
Esas No: 2013/2803
Karar No: 2013/2803
Karar Tarihi: 21/1/2016
Anayasa Mahkemesinin bu kararı bireysel başvuru kararı olup kişisel veri içerme ihtimali bulunmaktadır. Her ne kadar yayınlamakta yasal bir sakınca bulunmasa da bunun kişilere zarar verme ihtimali karşısında bu kararı yayınlamıyoruz.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ |
ANAYASA MAHKEMESİ |
|
|
İKİNCİ BÖLÜM |
|
KARAR |
|
ZEKİ KARTAL BAŞVURUSU |
(Başvuru Numarası: 2013/2803) |
|
Karar Tarihi: 21/1/2016 |
|
İKİNCİ BÖLÜM |
|
KARAR |
|
Başkan |
: |
Engin YILDIRIM |
Üyeler |
: |
Osman Alifeyyaz PAKSÜT |
|
|
Celal Mümtaz AKINCI |
|
|
Muammer TOPAL |
|
|
M. Emin KUZ |
Raportör Yrd. |
: |
Halil İbrahim DURSUN |
Başvurucu |
: |
Zeki KARTAL |
I. BAŞVURUNUN
KONUSU
1. Başvuru, Antalya Devlet
Hastanesinde gerçekleştirilen doğum neticesinde anne karnındaki çocuğun ölü
olarak doğurtulması ve kusuruyla bu duruma sebebiyet verdiği iddia edilen
doktor hakkında Antalya Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından etkili bir
soruşturma yapılmaksızın kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmesi
nedenleriyle Anayasa’nın 17. maddesinde tanımlanan yaşam hakkının ve 36.
maddesinde tanımlanan adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına
ilişkindir.
II. BAŞVURU
SÜRECİ
2. Başvuru 24/4/2013
tarihinde Antalya 2. Ağır Ceza Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Başvuru formu
ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona
sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. İkinci Bölüm Birinci
Komisyonunca 28/2/2014 tarihinde, başvurunun kabul
edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
4. Bölüm Başkanı tarafından 10/7/2015 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas
incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
5. Başvuru belgelerinin bir
örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık,
görüşünü 21/8/2015 tarihinde Anayasa Mahkemesine
sunmuştur.
6. Bakanlık tarafından Anayasa
Mahkemesine sunulan görüş 28/10/2015 tarihinde
başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı beyanlarını
10/11/2015 tarihinde ibraz etmiştir.
III. OLAY VE
OLGULAR
A. Olaylar
7. Başvuru formu ve eklerinde
ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:
8. Başvurucu, doğum sancıları
artan eşini 6/1/2010 tarihinde saat 23.46’da Antalya
Devlet Hastanesine (Hastane) götürmüştür. Anılan Hastanede Kadın doğum doktoru
olarak görev yapan S.E., “gebelik, doğrulanmış” tanısıyla hastadan çeşitli tahliller
istemiş, bebeğin kalp atışlarının seyrini gösteren NST adlı bir test yapmış ve
bu işlemleri takiben hastanın yatışına karar vermiştir. Hasta yatış formuna
göre saat 00.32’de işlemleri tamamlanan hasta, doğumhaneye yatırılmıştır.
9. Doğumhaneye yatırılan
hastanın travay izleme kâğıdında özetle saat 00.45’te
çocuk kalp seslerinin 128, serviks açıklığının 1 cm
olduğu, çocuk kalp seslerinin saat 01.00’de 130, saat 01.30’da 120 olduğu, deselerasyon olduğu için Asistan Dr. G. değerlendirerek Dr.
S.E.ye bilgi verdiği, çocuk kalp seslerinin saat 02.00’de 121, saat 02.30’da 128,
saat 03.00’te 150, saat 03.30’da 126 ve saat 03.45’te 128 olduğu, saat 04.00’te
çocuk kalp seslerinin alınamaması üzerine Dr. S.E.ye haber verildiği, 04.30’da
su kesesinin açıldığı ve suyun koyu mekonyumlu
olduğu, saat 04.00’ten sonra çocuk kalp seslerinin alınamadığı ve saat 08.45’te
2.830 gr. ve 50 cm. ölü bir kız çocuğunun (Çocuk) doğurtulduğu
belirtilmektedir.
10. Başvurucunun 7/1/2010 tarihli dilekçe ile çocuğun ölü olarak dünyaya
gelmesinde ihmalleri olan doktorlar hakkında şikâyetçi olması üzerine, Antalya
Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Sor. No:2010/1148 sayılı dosya ile
soruşturma başlatılmıştır.
11. Çocuğun 8/1/2010
tarihli ölü muayene tutanağından çocuğun ölü doğup doğmadığının, eğer ölü
doğmuş ise ölü doğmasına neden olan sebeplerin tespiti açısından sistematik
otopsi yapılmasına karar verildiği anlaşılmaktadır. Adli Tıp Kurumu Antalya
Grup Başkanlığının 7/4/2011 tarihli otopsi raporunda,
çocuğun ölü olarak doğduğunun saptandığı fakat ölüm sebebi hakkında Adli Tıp
Kurumu 1. İhtisas Kurulundan rapor alınmasının uygun olacağı yönünde görüş
bildirilmiştir.
12. Antalya Cumhuriyet
Başsavcılığı 15/1/2010 tarihli yazı ile Muratpaşa Kaymakamlığından Hastanenin acil servisinde
görevli kadın doğum doktorları hakkında 2/12/1999 tarihli ve 4483 sayılı
Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun uyarınca ön
inceleme yapılarak ön inceleme sonucu verilecek kararın tarafına gönderilmesi
talebinde bulunmuştur. Muratpaşa Kaymakamlığı, ilgili
doktorların il personeli olması sebebiyle dosyanın Antalya Valiliğine
gönderilmesine karar vermiştir.
13. Antalya Valiliği İl İdare
Kurulu Müdürlüğü 23/2/2010 tarih ve 3485 sayılı yazı
ile Dr. A.B.yi ön inceleme raporunu hazırlamak üzere
görevlendirmiştir. Ön incelemeci Dr. A.B., başvurucunun
şüpheli sıfatıyla Dr. S.E.nin ve olay hakkında
bilgisi bulunan diğer bazı kişilerin ifadelerini almış; olay ile ilgili olarak Uzm Dr. D.Ö.den bilirkişi görüşü
almış ve elde ettiği veriler doğrultusunda ihmali düşündürecek somut bilgi
bulunmadığı gerekçesiyle ilgililer hakkında herhangi bir işlem yapılmasına
gerek olmadığı yönünde görüş bildirmiştir.
14. Antalya Valiliği İl İdare
Kurulu Müdürlüğü 3/5/2010 tarih ve 71 No.lu kararı ile
Dr. S.E. hakkında soruşturma izni verilmemesine karar vermiştir.
15. Anılan karar, başvurucunun
adresinin tespit edilememesi sebebiyle ilanen tebligat hükümleri uyarınca
tebliğ edilmiştir. İlanen tebligattan sonra anılan karara herhangi bir itiraz
olmaması üzerine Antalya Cumhuriyet Başsavcılığının 10/1/2011
tarihli ve Sor. No: 2010/1148, K.2011/992 sayılı kararı ile kovuşturmaya yer
olmadığına karar verilmiştir.
16. Başvurucu, Antalya
Valiliğinin 3/5/2010 tarihli soruşturma izni
verilmemesine ilişkin işleminden Antalya Cumhuriyet Başsavcılığının kovuşturmaya
yer olmadığına dair kararını öğrendiği anda haberdar olduğunu, şikâyet
tarihinden itibaren Topallı Köyü’nde ikamet ettiğini ve adresinin kayıtlı
olduğunu belirterek 19/4/2011 tarihinde Antalya Bölge İdare Mahkemesine
başvurmuş ve Antalya Valiliğinin soruşturma izni verilmemesi işleminin iptal
edilmesi talebinde bulunmuştur.
17. Antalya Bölge İdare
Mahkemesi 6/5/2011 tarihli ve E.2011/167, K.2011/167
sayılı kararı ile itirazın kabulüne, ilgili doktor hakkında soruşturma izni
verilmesine ve dosyanın Antalya Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilmesine karar
vermiştir.
18. Bu karar üzerine Antalya
Cumhuriyet Başsavcılığı, Sor. No: 2011/31393 sayılı dosya ile soruşturmaya
devam etmiştir. Bu kapsamda Antalya Cumhuriyet Başsavcılığı, 23/6/2011
tarihinde müşteki sıfatıyla başvurucunun ifadesini almıştır. Başvurucu
ifadesinde özetle hamileliğinin 9. ayında olan eşini Hastaneye götürdüğünü,
eşiyle Dr. S.E.nin ilgilendiğini, hastaneye gittikten
4,5 saat sonra kendisine eşinin ölü doğum yaptığının söylendiğini, doktorun
kendisine doğum kanalı açılmadığı için beklediğini, beklerken de bebeğin
kalbinin durduğunu söylediğini, anında müdahale olsaydı veya sezaryen ameliyatı
yapılsaydı bebeği kaybetmeyeceklerini düşündüğünü, bu nedenle Dr. S.E.den şikâyetçi olduğunu beyan etmiştir. Başvurucunun
eşi de benzer yönde beyanda bulunarak Dr. S.E.den
şikâyetçi olduğunu belirtmiştir.
19. Antalya Cumhuriyet
Başsavcılığı 1/7/2011 tarihinde şüpheli sıfatıyla Dr. S.E.nin ifadesini almıştır. Dr. S.E.
ifadesinde özetle olay tarihinde doğum polikliniğinde acil kadın doğum kısmında
nöbetçi olduğunu, acilden 23.45"te giriş yapan hastayı muayene ettiğini, doğum
için açıklık olmadığını ve kanamanın bulunduğunu, hastanın sancı takibi için
acil olarak NST "ye bağlandığını, 10 dakika NST çekildiğini, daha sonra saat
24.00 sularında yatış kararı vererek hastayı doğum salonuna aldırdığını,
hastanın yarım saat sonra tekrar NST"ye bağlandığını,
aradan 5 dakika geçtikten sonra bebeğin kalp atışlarının 100’ün altına düşmesi
ve bunun 5 dakika sürmesi üzerine hastaya oksijen verildiğini ve 1000 cc serum
takıldığını, daha sonra NST"de kalp seslerinin
normale döndüğünü ve hastayı takibe başladıklarını, hastanın takibi konusunda
gerekli talimatları vererek saat 03.45"e kadar başka hastalar ile ilgilendiğini,
saat 04.00 sularında bebeğin kalp atışının durduğu bilgisinin tarafına
verildiğini, hemen doğum salonuna gittiğini, hastayı USG"ye
aldığını fakat USG’de bebeğin kalp seslerini
alamadığını, bunun üzerine sancılar da olması nedeni ile dekorman
yani bebeğin eşinin erken ayrılması teşhisi ile hastayı muayene masasına
aldığını, bebeğin suyunu açtığını, suyun ileri derecede mekonyumlu
yani koyu yeşil renkte olduğunu, bu durumun suda bebek dışkısının yoğun
olduğunu gösterdiğini, bebeğin bu sebeple hayatını kaybettiğini düşündüğünü,
hastaya saat 08.15 sularında normal doğum yaptırıldığını, ölü olarak bir kız
çocuk doğurtulduğunu, bebeğin yeşil renkte olduğunu, olayda herhangi bir
kusurunun bulunmadığını, ölümün bebekte ya da annede olan rahatsızlıktan kaynaklandığını
düşündüğünü belirtmiştir.
20. Antalya Cumhuriyet
Başsavcılığı 12/12/2011 tarihli yazı ile başvurucu
hakkındaki evrakı Adalet Bakanlığı Adli Tıp Kurumuna göndermiş ve bebeğin ölüm
sebebinin tespiti hususunda rapor istemiştir.
21. Kadın hastalıkları ve doğum
ile çocuk sağlığı ve hastalıkları alanlarında uzman üyelerin de katılımı ile
Adli Tıp Kurumu 1. İhtisas Kurulu, başvurucu ile Dr. S.E.nin
ifadelerini dikkate alarak ve olayla ilgili düzenlenen adli ve tıbbi belgeleri
inceleyerek 13/6/2012 tarihli raporu hazırlamıştır.
Raporun sonuç kısmı şöyledir:
“…
...miadında intrauterin
(rahim içi) gelişim gösteren, bebeğin ölü doğmuş olduğu,
07/01/2010 tarihinde 00.30 " da hastaneye başvurduğu NST çekildiği, kontraksiyonlara göre yatışına karar verildiği, açıklığının
bir parmak olduğu silinmenin olmadığı, ÇKS ve NST takiplerine alındığı 01.00
saatli NST"de kurulumuzca incelenmesinde derin bradikardi olduğunun görüldüğü Dr. Sevim Efe"nin ifadesinde
de bradikardinin tespit edilmesi üzerine oksijen verildiği
ve düzelme olduğunun belirtildiği takip NST"lerinde
bunun tekrarlanmadığı, deselerasyonlarının
görülmediği, 15-30 dakika aralar ile yapılan ÇKS takiplerinde saat 04.00 ÇKS
alınamadığı doktora haber verildiği, doktorun doğum salonuna giderek gebeyi muayene
ettiği, USG çektiği kalp seslerinin olmadığını tespit ederek eşiyle konuşup
normal doğum takibine alındığı 04.45 " de poche artifisyel olarak açıldığı, çamur gibi mekonyum
çıktığı, saat 08.45 "de normal spontan doğum ile ölü
kız bebek doğurtulduğu bebeğin yapılan otopsisinde alınan akciğer örneklerinin
mikroskobik incelemesinde yaygın amnion aspirasyonu ve mekonyum aspirasyonu görüldüğü cihetle bebeğin ölümünün intrauterin asfiksiye bağlı amnion ve mekonyum aspirasyonu sonucu meydana gelmiş olduğu mevcut tıbbi
belgelere göre intrauterin asfiksi
sebebinin belirlenemediği takip ve tedavisini düzenleyen sağlık personeline
atfı kabil kusur bulunmadığı oy birliğiyle mütalaa olunur.”
22. Antalya Cumhuriyet
Başsavcılığı 15/10/2012 tarihli ve Sor. No: 2011/31393,
K.2012/32696 sayılı karar ile Adli Tıp Kurumu raporuna istinaden şüpheli
hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar vermiştir.
23. Başvurucunun anılan karara
yaptığı itiraz, Manavgat 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 13/2/2013
tarihli ve 2013/204 Değişik İş sayılı kararı ile “Kamu adına kovuşturma yapılmasına yer olmadığına dair verilen kararda
usul ve yasaya aykırı bir husus görülmediği…” gerekçesiyle
reddedilmiştir.
24. Söz konusu karar 30/3/2013 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.
25. Başvurucu 24/4/2013
tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
B. İlgili Hukuk
26. 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk
Ceza Kanunu"nun “Kasten öldürme”
başlıklı 81. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:
“Bir insanı kasten öldüren kişi, müebbet hapis cezası ile
cezalandırılır.”
27. 5237 sayılı Kanun"un “Nitelikli haller” başlıklı 82. maddesinin
(1) numaralı fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:
“Kasten öldürme suçunun;
(…)
Gebe olduğu bilinen
kadına karşı,
(...) İşlenmesi halinde, kişi ağırlaştırılmış müebbet hapis
cezası ile cezalandırılır.”
28. 5237 sayılı Kanun"un “Taksirle öldürme” başlıklı 85. maddesi
şöyledir:
“Taksirle bir insanın ölümüne neden olan kişi, iki yıldan
altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Fiil, birden fazla insanın ölümüne ya da bir veya birden
fazla kişinin ölümü ile birlikte bir veya birden fazla kişinin yaralanmasına
neden olmuş ise, kişi iki yıldan onbeş yıla kadar
hapis cezası ile cezalandırılır.”
29. 5237 sayılı Kanun"un “Kasten yaralama” başlıklı 86. maddesinin
(1) numaralı fıkrası şöyledir:
“Kasten başkasının vücuduna acı veren veya sağlığının ya da
algılama yeteneğinin bozulmasına neden olan kişi, bir yıldan üç yıla kadar
hapis cezası ile cezalandırılır.”
30. 5237 sayılı Kanun"un “Neticesi sebebiyle ağırlaşmış yaralama”
başlıklı 87. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkralarının ilgili kısmı şöyledir:
“(1)Kasten yaralama fiili, mağdurun;
(...)
Gebe bir kadına karşı işlenip de çocuğunun vaktinden önce
doğmasına,
Neden olmuşsa,
yukarıdaki maddeye göre belirlenen ceza, bir kat artırılır. Ancak, verilecek
ceza, birinci fıkraya giren hallerde üç yıldan, üçüncü fıkraya giren hallerde
beş yıldan az olamaz.
(2) Kasten yaralama fiili, mağdurun;
(…)
Gebe bir kadına karşı
işlenip de çocuğunun düşmesine,
Neden olmuşsa, yukarıdaki maddeye göre belirlenen ceza, iki
kat artırılır. Ancak, verilecek ceza, birinci fıkraya giren hallerde beş
yıldan, üçüncü fıkraya giren hallerde sekiz yıldan az olamaz.
31. 5237 sayılı Kanun"un “Taksirle Yaralama” başlıklı 87.
maddesinin (1) numaralı fıkrası ile (2) ve (3) numaralı fıkralarının ilgili
kısmı şöyledir:
“(1) Taksirle başkasının vücuduna acı veren veya sağlığının
ya da algılama yeteneğinin bozulmasına neden olan kişi, üç aydan bir yıla kadar
hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır.
(2) Taksirle yaralama fiili, mağdurun;
Gebe bir kadının çocuğunun vaktinden önce doğmasına,
Neden olmuşsa,
birinci fıkraya göre belirlenen ceza, yarısı oranında artırılır.
(3) Taksirle yaralama fiili, mağdurun;
(...) Gebe bir
kadının çocuğunun düşmesine,
Neden olmuşsa,
birinci fıkraya göre belirlenen ceza, bir kat artırılır.”
32. 5237 sayılı Kanun"un “Çocuk düşürtme” başlıklı 99. maddesi
şöyledir:
“(1) Rızası
olmaksızın bir kadının çocuğunu düşürten kişi, beş yıldan on yıla kadar hapis
cezası ile cezalandırılır.
(2) Tıbbi zorunluluk
bulunmadığı halde, rızaya dayalı olsa bile, gebelik süresi on haftadan fazla
olan bir kadının çocuğunu düşürten kişi, iki yıldan dört yıla kadar hapis
cezası ile cezalandırılır. Bu durumda, çocuğunun düşürtülmesine rıza gösteren
kadın hakkında bir yıla kadar hapis veya adlî para cezasına hükmolunur.
(3) Birinci fıkrada
yazılı fiil kadının beden veya ruh sağlığı bakımından bir zarara uğramasına
neden olmuşsa, kişi altı yıldan oniki yıla kadar
hapis cezası ile cezalandırılır; fiilin kadının ölümüne neden olması halinde, onbeş yıldan yirmi yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.
(4) İkinci fıkrada
yazılı fiil kadının beden veya ruh sağlığı bakımından bir zarara uğramasına
neden olmuşsa, kişi üç yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır;
fiilin kadının ölümüne neden olması halinde, dört yıldan sekiz yıla kadar hapis
cezasına hükmolunur.
(5) Rızaya dayalı
olsa bile, gebelik süresi on haftayı doldurmamış olan bir kadının çocuğunun
yetkili olmayan bir kişi tarafından düşürtülmesi halinde; iki yıldan dört yıla
kadar hapis cezasına hükmolunur. Yukarıdaki fıkralarda tanımlanan diğer fiiller
yetkili olmayan bir kişi tarafından işlendiği takdirde, bu fıkralara göre
verilecek ceza, yarı oranında artırılarak hükmolunur.
(6) Kadının mağduru
olduğu bir suç sonucu gebe kalması halinde, süresi yirmi haftadan fazla olmamak
ve kadının rızası olmak koşuluyla, gebeliği sona erdirene ceza verilmez. Ancak,
bunun için gebeliğin uzman hekimler tarafından hastane ortamında sona
erdirilmesi gerekir.”
33. 5237 sayılı Kanun"un “Çocuk düşürme” başlıklı 100. maddesi
şöyledir:
“Gebelik süresi on
haftadan fazla olan kadının çocuğunu isteyerek düşürmesi halinde, bir yıla
kadar hapis veya adlî para cezasına hükmolunur.”
34. 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk
Medeni Kanunu"nun “Doğum ve ölüm”
başlıklı 28. maddesi şöyledir:
“Kişilik, çocuğun sağ
olarak tamamıyla doğduğu anda başlar ve ölümle sona erer.
Çocuk hak ehliyetini,
sağ doğmak koşuluyla, ana rahmine düştüğü andan başlayarak elde eder.”
35. 4721 sayılı Kanun"un “Hak ehliyeti” başlıklı 8. maddesi şöyledir:
“Her insanın hak ehliyeti vardır.
Buna göre bütün insanlar, hukuk düzeninin
sınırları içinde, haklara ve borçlara ehil olmada eşittirler.”
36. 4721 sayılı Kanun"un 427.
maddesinin ceninin menfaatlerini ilgilendiren ilgili kısmı şöyledir:
“Vesayet makamı, yönetimi kimseye ait olmayan
mallar için gereken önlemleri alır ve özellikle aşağıdaki hâllerde bir yönetim
kayyımı atar:
(…)
Bir terekede mirasçılık hakları henüz belli
değilse veya ceninin menfaatleri gerekli kılarsa,
(…)”
37. 4721 sayılı Kanun"un “Cenin” başlıklı 582. maddesi şöyledir:
“Cenin, sağ doğmak koşuluyla mirasçı olur.
Ölü doğan çocuk mirasçı olamaz.”
38. 4721 sayılı Kanun’un “Cenin nedeniyle erteleme” başlıklı 643.
maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Mirasın açıldığı tarihte, mirasçı olabilecek
bir cenin varsa paylaşma doğumuna kadar ertelenir.”
39. 24/5/1983 tarihli ve 2827 sayılı
Nüfus Planlaması Hakkında Kanun"un “Nüfus
planlaması” başlıklı 2. maddesinin üçüncü ve dördüncü fıkraları
şöyledir:
“Gebeliğin sona erdirilmesi ve sterilizasyon,
Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır.
Bu Kanunun öngördüğü haller dışında gebelik
sona erdirilemez ve sterilizasyon veya kastrasyon
ameliyesi yapılamaz.”
40. 2827 sayılı Kanun"un “Gebeliğin sona erdirilmesi” başlıklı 5.
maddesinin birinci ve ikinci fıkraları şöyledir:
“Gebeliğin onuncu haftası doluncaya kadar
annenin sağlığı açısından tıbbi sakınca olmadığı takdirde istek üzerine rahim
tahliye edilir.
Gebelik süresi, on haftadan fazla ise rahim
ancak gebelik, annenin hayatını tehdit ettiği veya edeceği veya doğacak çocuk
ile onu takip edecek nesiller için ağır maluliyete neden olacağı hallerde doğum
ve kadın hastalıkları uzmanı ve ilgili daldan bir uzmanın objektif bulgulara
dayanan gerekçeli raporları ile tahliye edilir.”
41. Rahim Tahliyesi ve
Sterilizasyon Hizmetlerinin Yürütülmesi ve Denetlenmesine İlişkin Tüzük’ün 5. maddesinin birinci ve ikinci fıkraları
şöyledir:
“Gebelik süresi on haftayı geçen kadınlarda,
rahim tahliyesi yapılamaz.
Bu durumdaki kadınlarda, ancak, Tüzük"e ekli (2) sayılı listede sayılan hastalıklardan
birinin bulunması halinde ve kadın hastalıkları ve doğum uzmanı tarafından
rahim tahliyesi yapılabilir. Hastalığın, kadın hastalıkları ve doğum uzmanıyla
bu hastalığın ilişkin olduğu uzmanlık dalından bir hekimin birlikte
hazırlayacakları, kesin klinik ve laboratuvar bulgulara dayanan, gerekçeli
raporlarla saptanması zorunludur.”
(2) SAYILI LİSTE
“On haftanın üzerindeki gebeliklerde rahim
tahliyesini gerektiren, kadının hayatını ya da hayati organlarından birini
tehdit eden ya da çocuk için tehlikeli olan hastalıklar ve durumlar:
A –
Doğum ve Kadın Hastalıklarına bağlı nedenler
1) Daha
önceki major uterin harabiyet ve hasarları
a) Sezeryan Ameliyatı
b) Miyomektomi
c) Uterus rüptürü
d)
Geniş perforasyon
e)
Geçirilmiş vajinal plastik operasyonlar
2) Rekürren preeklampsi-eklampsi
3) İzoimmünizasyon
4) Mole hidatidiform
B –
Ortopedik nedenler
1) Osteogenezis imperfekta
2) Ağır
kifoskolyoz
3)
Doğumu güçleştiren osteomiyelit
4)
Faaliyet halinde bütün mafsalları ilgilendiren osteoartiküller
hastalıklar
C – Kan
hastalıklarına bağlı nedenler
1)
Lösemi
2)
Kronik anemiye neden olan hastalıklar
3) Lenfomalar
4)
Pıhtılaşma defektleri
5) Hemolitik sarılıklar
6) Agranülositozis
7) Tromboembolik hastalıklar
8) Hemoglobinopatiler ve thalasemi sendromları (ağır klinik ve hematolojik bozukluğa neden
olan)
9) Gamaglobulinopatiler
D – Kalb ve dolaşım sistemi hastalıkları
1)
Doğumu engelleyen konjenital ve akkiz
kalb hastalıkları
2) Kalp
yetmezliği, perikardit, miyokardit,
miyokarad enfarktüsü aşikar
koroner yetmezliği, arteriyel sistem anevrizmaları
3) Ağır
tromboflebitler ve lenfatik sistem hastalıkları
4) Ağır
bronşektaziler
5)
Solunum fonksiyonunu bozan kronik akciğer hastalıkları
E –
Böbrek hastalıkları
1) Akut
ve kronik böbrek hastalıkları
F – Göz
hastalıkları
1) Dekolman
2) Renal hipertansif ve diyabetik retinopatiler
G –
Endokrin ve metabolik hastalıklar
1) Feokromositoma
2)
Adrenal hiperfonksiyon ya da yetmezliği
3)
Kontrol altına alınamayan hipotiroidi veya hipertiroidi
4) Pratiroid hiperfonksiyon ya da
yetmezliği
5) Ağır
hipofiz hastalıkları
H –
Sindirim sistemine bağlı nedenler
1)
Gebeliğin devamını engelleyen sindirim organları hastalıkları
İ)
İmmünolojik nedenler
1) İmmün yetmezliği hastalıkları
2) Kollajen doku hastalıkları
J –
Bütün malign neoplastik
hastalıkları
K –
Nörolojik nedenler
1)
Grand mal epilepsi
2) Multipl skleroz
3) Muskuler distrofi
4) Hemipleji ve parapleji
5)
Gebeliğin devamını engelleyen ağır nörolojik hastalıklar
L – Ruh
hastalıklarına bağlı nedenler
1) Oligofreni
2)
Kronik şizofreni
3)
Psikoz manyak depresif (PMD)
4)
Paranoya
5)
Uyuşturucu bağımlılıkları ve kronik alkolizm
M –
Enfeksiyon hastalıkları
1) Teratojen intra üterin enfeksiyonlar
a)
Kızamıkçık
b) Toksoplazmozis
c) Sitomegalovirus
d) Herpes virus grubu hastalıklar
2)
Cüzzam
3)
Sıtma
4)
Frengi
5) Brusella ve diğer ağır kronik enfeksiyonlar
N – Konjenital nedenler
1) Marphan sendromu
2)
Mesane ekstrofisi
3) Down sendromu
4)
Sakat çocuk doğurma ihtimali yüksek diğer herediter
hastalıklar
5) Gonadlara zararlı röntgen ışını ve ilaç
6) Teratogenik ilaçlar
7) Nörofibromatozis
42. 30 Eylül 2014 tarihli ve
29135 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Üremeye
Yardımcı Tedavi Uygulamaları ve Üremeye Yardımcı Tedavi Merkezleri Hakkında
Yönetmelik"in “Üreme hücreleri ve gonad dokularının saklanma kriterleri”
başlıklı 20. maddesinin (1), (2), (3), (4), (5) ve (6) numaralı fıkraları
şöyledir:
“(1) İkinci ve üçüncü
fıkralarda belirtilen tıbbi zorunluluk halleri dışında üreme hücreleri ve gonad dokularının saklanması yasaktır.
(2) Erkeklerde üreme
hücreleri ve gonad dokularının saklanmasını
gerektiren tıbbî zorunluluk halleri şunlardır;
a) Cerrahi yöntemlerle sperm elde edilmesi halinde,
b) Kemoterapi ve radyoterapi gibi gonad hücrelerine zarar veren tedaviler öncesinde,
c) Üreme fonksiyonlarının kaybedilmesine yol açacak olan
ameliyatlar (testislerin alınması ve benzeri) öncesinde,
ç) Çok az sayıda sperm olması (kriptozoospermi)
durumunda.
(3) Kadınlarda üreme
hücreleri ve gonad dokularının saklanmasını
gerektiren tıbbî zorunluluk halleri şunlardır;
a) Kemoterapi ve radyoterapi gibi gonad hücrelerine zarar veren tedaviler öncesinde,
b) Üreme fonksiyonlarının kaybedilmesine yol açacak olan
ameliyatlar (yumurtalıkların alınması gibi operasyonlar) öncesinde,
c) Düşük over rezervi olup henüz
doğurmamış veya aile öyküsünde erken menopoz hikâyesinin üç uzman tabipten
oluşan sağlık kurulu raporu ile belgelendirilmesi durumunda.
(4) İkinci ve üçüncü
fıkrada belirtilen zorunlu hallerde, üreme hücreleri ve gonad
dokuları, verici adaya ait EDTA"lı kan örneği
merkezde uygun şartlarda saklanır. Uygulama güvenliği açısından saklama
öncesinde alınan bu kandan DNA kimliklendirme
testleri yapılır ve bu bilgiler hasta dosyasına konulur ve bir örneği aileye
verilir. İkinci fıkranın (a) ve (d) bentlerinde belirtilen tıbbi zorunluluklar
nedeniyle sperm veya testis dokusunun saklanması durumunda, dondurulma
tarihinden itibaren doksan gün içinde kullanılması halinde DNA analizi aranmaz.
DNA analizi, saklanacak dokuya ait bireyden EDTA’lı
tüpe alınacak venöz kan buzdolabında +4 derecede
saklanmak koşuluyla bir hafta içinde ruhsatlı genetik hastalıklar tanı
merkezine gönderilir. Genetik hastalıklar tanı merkezi DNA izolasyonunu
takiben DNA kimliklendirme analizi yapar. Saklama
süresinin bir yılı aşması halinde kişi mutlaka başvuruda bulunarak rızasının
devam ettiğini ifade eden imzalı dilekçesini vermelidir. Dondurulan üreme
hücreleri ve gonad dokuları, alınan kişinin yıllık
protokol yenilememesi, isteği ve ölümü durumlarında müdürlükte kurulacak
komisyon tarafından tutanak altına alınarak imha edilir. Bakanlıkça elektronik
kayıt sistemi oluşturulması halinde merkezde saklanan üreme hücreleri ve gonad dokularına ilişkin bilgiler bu sisteme kaydedilir.
(5) Adaylardan fazla
embriyo elde edilmesi durumunda eşlerden her ikisinin rızası alınarak
embriyolar dondurulmak suretiyle saklanır. Saklama süresinin bir yılı aşması
halinde her yıl embriyonun saklanması için çiftler mutlaka başvuruda bulunarak
taleplerinin devam ettiğini ifade eden imzalı dilekçe vermelidir. Eşlerin
birlikte talebi, eşlerden birinin ölümü veya boşanmanın hükmen sabit olması
halinde ya da belirlenen süre son bulduğunda saklanan embriyolar müdürlükte
kurulacak komisyon tarafından tutanak altına alınarak imha edilir. Bakanlıkça
elektronik kayıt sistemi oluşturulması halinde merkezde saklanan embriyolara
ilişkin bilgiler bu sisteme kaydedilir.
(6) Bu maddenin
ikinci ve üçüncü fıkralarında belirtilen numuneler, merkezlerde en fazla beş
yıl süreyle saklanır. Beş yıldan fazla saklanması Bakanlığın iznine tabidir.
Saklanan numunelerin değerlendirmeleri, sayımları ve tekrar kullanılmasını
engelleyecek şekilde imhası ilgili müdürlük bünyesinde kurulacak komisyon
marifetiyle yapılır.
43. 3/12/2003 tarihli ve 5013 sayılı
Kanun ile TBMM tarafından onaylanması uygun bulunan Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan
Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi: İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi"nin
“Tüpte embriyonlar üzerinde araştırma”
başlıklı 18. maddesi şöyledir:
“Hukukun embriyon
üzerinde tüpte araştırmaya izin vermesi halinde, embriyon için uygun koruma
sağlanacaktır.
Sadece araştırma
amaçlarıyla insan embriyonlarının yaratılması yasaktır.”
44. 4483 sayılı Memurlar ve
Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun’un “İzin vermeye yetkili merciler” başlıklı
3. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi şöyledir:
“Soruşturma izni yetkisi;
…
b) İlde ve merkez ilçede görevli memurlar ve
diğer kamu görevlileri hakkında vali,
…tarafından bizzat kullanılır.”
45. 4483 sayılı Kanun’un “Ön inceleme” başlıklı 5. maddesinin
üçüncü fıkrası şöyledir:
“Ön inceleme, izin vermeye yetkili merci
tarafından bizzat yapılabileceği gibi, görevlendireceği bir veya birkaç denetim
elemanı veya hakkında inceleme yapılanın üstü konumundaki memur ve kamu
görevlilerinden biri veya birkaçı eliyle de yaptırılabilir. İnceleme
yapacakların, izin vermeye yetkili merciin bulunduğu kamu kurum veya
kuruluşunun içerisinden belirlenmesi esastır. İşin özelliğine göre bu merci,
anılan incelemenin başka bir kamu kurum veya kuruluşunun elemanlarıyla
yaptırılmasını da ilgili kuruluştan isteyebilir. Bu isteğin yerine getirilmesi,
ilgili kuruluşun takdirine bağlıdır.”
46. 4483 sayılı Kanun’un “Ön inceleme yapanların yetkisi ve rapor”
başlıklı 6. maddesi şöyledir:
“Ön inceleme ile görevlendirilen kişi veya
kişiler, bakanlık müfettişleri ile kendilerini görevlendiren merciin bütün
yetkilerini haiz olup, bu Kanunda hüküm bulunmayan hususlarda Ceza Muhakemeleri
Usulü Kanununa göre işlem yapabilirler; hakkında inceleme yapılan memur veya
diğer kamu görevlisinin ifadesini de almak suretiyle yetkileri dahilinde bulunan gerekli bilgi ve belgeleri toplayıp,
görüşlerini içeren bir rapor düzenleyerek durumu izin vermeye yetkili mercie
sunarlar. Ön inceleme birden çok kişi tarafından yapılmışsa, farklı görüşler
raporda gerekçeleriyle ayrı ayrı belirtilir.
Yetkili merci bu rapor üzerine soruşturma izni
verilmesine veya verilmemesine karar verir. Bu kararlarda gerekçe gösterilmesi
zorunludur.”
47. 6/1/1982 tarih ve 2577 sayılı İdari
Yargılama Usulü Kanunu’nun “Doğrudan doğruya
tam yargı davası açılması” başlıklı 13. maddesinin (1) numaralı
fıkrası şöyledir:
“İdari eylemlerden hakları ihlal edilmiş
olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya
başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem
tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine
getirilmesini istemeleri gereklidir. Bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi
halinde, bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren veya istek
hakkında altmış gün içinde cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği
tarihten itibaren, dava süresi içinde dava açılabilir.”
48. 11/1/2011 tarih ve 6098 sayılı Türk
Borçlar Kanunu’nun “Sorumluluk”
başlıklı 49. maddesi şöyledir:
“Kusurlu ve hukuka
aykırı bir fiille başkasına zarar veren, bu zararı gidermekle yükümlüdür.
Zarar verici fiili
yasaklayan bir hukuk kuralı bulunmasa bile, ahlaka aykırı bir fiille başkasına
kasten zarar veren de, bu zararı gidermekle yükümlüdür.”
49. 6098 sayılı Kanun’un haksız
fiillerden doğan borç ilişkilerinin Ceza Hukuku ile ilişkisini düzenleyen 74.
maddesi ise şöyledir:
“Hâkim, zarar verenin
kusurunun olup olmadığı, ayırt etme gücünün bulunup bulunmadığı hakkında karar
verirken, ceza hukukunun sorumlulukla ilgili hükümleriyle bağlı olmadığı gibi,
ceza hâkimi tarafından verilen beraat kararıyla da bağlı değildir. Aynı
şekilde, ceza hâkiminin kusurun değerlendirilmesine ve zararın belirlenmesine
ilişkin kararı da, hukuk hâkimini bağlamaz.
50. Danıştay 15. Dairesinin 17/4/2014 tarihli ve E.2013/4115, K.2013/2897 sayılı kararı
şöyledir:
“(…) davacılardan
S.T.’nin 13.03.2005 tarihinde saat 08:00
sularında Van İli Bahçesaray Devlet Hastanesine başvurduğu, kadın doğum uzmanı
olmayan bu hastanede çoğul gebe olan davacının fetal
görüntülemesi bile yapılamadığı ve ters doğum riski nedeniyle Tatvan Kadın
Doğum Hastanesine sevk edildiği; ancak hastane bünyesinde hasta nakil ambulansı
ve ambulansta görevlendirilebilecek sağlık personelinin bulunmaması nedeniyle
hastanın kendi imkanlarıyla sevkinin gerçekleştirilmesinin hasta ve yakınlarına
söylendiği, hasta ve yakınlarının Van ilinde akrabalarının olması nedeniyle
Van-Bahçesaray yolcu minibüsüyle Van iline gitmek için yola çıktıkları, Tatvan-Van
yol ayrımından 40 km kadar sonra doğumun gerçekleştiği, doğan bebeğin sağ
olduğu ve halen yaşadığı, bu arada 112 Acil Servise haber verilmesi neticesinde
Van Gevaş Sağlık Ocağı ambulansı tarafından hastanın alındığı, hastaya ve
bebeğe gerekli müdahalenin yapıldığı, ikinci bir bebeğin doğmak üzere olduğunun
anlaşılması üzerine Van ili Gevaş İlçesine yakın olunması sebebiyle Gevaş
Sağlık Ocağına gelinerek ikinci doğumun “çocuğun el ve sırt geliş ve ölü
olarak” sağlık personelince gerçekleştirildiği, hastanın Van Doğumevi
Hastanesine teslim edildiği, hastaya ve bebeğe gerekli müdahalenin yapıldığı,
14.03.2005 tarihinde hastanın kendi isteğiyle taburcu edildiği, idarenin hizmet
kusuru nedeniyle meydana geldiği iddia edilen ölüm olayı nedeniyle uğranılan
zararın tazmini istemiyle bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
(…)
Mahkeme tarafından,
davacıların sevkinin Tatvan iline yapılmasına rağmen davacılar ve yakınlarının
Van iline gitmek istemeleri nedeniyle yaşanılan ölümlü doğum olayı ile idarenin
eylem/eylemsizliğinin illiyet bağını kestiği gerekçesiyle davanın reddine karar
verilmiştir. Oysa davacıların sosyo-ekonomik
koşullarıyla birlikte davalı idarenin yaşam hakkını koruma konusundaki pozitif
yükümlülüğünün birlikte değerlendirilmesi durumunda, davacıların bu
hareketlerinin davalı idarenin tazmin sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağı
açıktır.
Bu durumda, Mahkeme
tarafından davacıların zararlarının tazmini yönünde karar verilmesi gerekirken
aksi yönde verilen davanın reddi yönündeki kararda hukuki isabet
bulunmamaktadır.”
51. Danıştay İdari Dava Daireler
Kurulunun 22/5/2003 tarihli ve E.2002/619, K.2003/350
sayılı kararı şöyledir:
“(…)
Ankara
6. İdare Mahkemesi bozma kararına uymayarak 21.3.2002 günlü, E:2002/339,
K:2002/325 sayılı kararıyla, uyuşmazlığın davacının uğradığı ses kaybının
hatalı operasyon sonucunda oluşup oluşmadığının tespitine ilişkin olduğundan,
Mahkemelerinin 17.3.1999 günlü ara kararıyla, davacının geçirdiği operasyonlara
ilişkin bilgi ve belgelerin bulunduğu "Hasta Dosyaları" istenilmiş
ise de; söz konusu dosyaların Ankara Numune Hastanesi arşivinde bulunamadığının
(kaybolduğunun) bildirilmesi üzerine, Mahkemece davacı tarafından dosyaya
sunulan belgeler ile davacının muayenesi sonucunda elde edilecek bilgiler
ışığında bilirkişi incelemesine karar verildiği, bilirkişi tarafından
hazırlanan 22.11.1999 ve 27.12.1999 günlü raporlarda, hastada, 8.11.1991
tarihindeki ilk operasyonu sırasında Bilateral Kord Vokal felci geliştiği, bu sebebin sinir kesisi veya basısına bağlı olarak gelişebileceği, zaman
içinde sinir fonksiyonlarının geri dönebileceği, ancak hastada, erken dönemde
solunum yetersizliği oluştuğu ve zaman içinde kalıcı hale geldiği, bu tür
rahatsızlıklarda, ilk amacın yeterli hava girişinin sağlanması olduğu, ses
kalitesi bozulması ihtimalinin göze alınabileceği, bu amaçla yapılan 2. ve 3.
operasyonlarda ses kalitesinin düzeltilmediği ve kalıcı sekel niteliğinde uzuv
kaybının oluştuğunun belirtildiği, 24.2.2000 günlü naip tezkeresi ile A.Ü. Tıp
Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanlığı"na gönderilen davacının yapılan
muayenesi sonucunda düzenlenen raporda, davacının, uzuv kaybının (çalışma gücü
oranının) %63 olduğunun belirlendiği, bu oran göz önüne alınarak 10.4.2000
günlü raporda, davacının fizik bütünlüğü, iktisadi geleceği ve sosyal konumu
göz önüne alınarak 12.857.657.785.lira maddi zararın hesaplandığı, bu durumda
davacının hatalı ameliyatlar sonucu uğradığı zararların hizmet kusuruna dayalı
olarak davalı idarece tazmini gerektiği, davacının, istemde bulunduğu maddi
tazminat miktarı göz önüne alınarak ve istemle sınırlı olarak 1.000.000.000.
lira maddi tazminatın davalı idarece tazminine, maddi tazminata olay tarihinden
itibaren yasal faiz yürütülmesi istenmekte ise de, idarenin gecikmesine
karşılık ödenen yasal faizin, başvuru tarihinden itibaren hesaplanacağı, önceki
döneme ilişkin faiz isteminin de reddi gerekeceğinin açık olduğu, manevi
tazminat istemi yönünden ise, manevi zararlar da, Anayasanın 125. maddesinde
ifadesini bulan şekliyle, tazmin edilmesi gereken zararlardan olup, hukuka
aykırı eylem veya işlemlerden dolayı ilgililerin duyduğu elem ve ızdırabı kısmen de olsa hafifletmek amacını taşıdığı, buna
göre, davacının %63 oranında kayba uğrayan uzvunun sosyal yaşamdaki
fonksiyonları, kayıp oranı ve hükmedilen maddi tazminat tutarı göz önüne
alınarak mahkemelerince takdiren 5.000.000.000.- lira
manevi tazminatın davalı idarece ödenmesine, öte yandan, davacı vekilince
verilen 1.5.2000 günlü dilekçe ile maddi tazminat miktarının 13.000.000.000.-
liraya çıkarılması istenmiş ise de, davanın genişletilmesi niteliğindeki
istemin kabulünün mümkün bulunmadığı gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne,
1.000.000.000.- lira maddi, 5.000.000.000.- lira manevi tazminat olmak üzere
6.000.000.000.- lira tazminatın davacıya ödenmesine, maddi tazminat tutarına,
davalı idareye başvuru tarihinden itibaren yasal faiz yürütülmesine, başvuru
tarihinden önceki döneme ilişkin yasal faiz isteminin reddine ilişkin bulunan
ilk kararında ısrar etmiştir.
Davalı idare Ankara
6. İdare Mahkemesinin 21.3.2002 günlü, E:2002/339, K:2002/325 sayılı ısrar
kararını temyiz etmek ve bozulmasını istemektedir.
Temyiz edilen kararın
usul ve hukuka uygun bulunduğu ve dilekçede ileri sürülen temyiz sebeplerinin
kararın kabule ilişkin kısmının bozulmasını gerektirecek nitelikte olmadığı
anlaşıldığından davalı idarenin temyiz isteminin reddine…”
52. Yargıtay Hukuk Genel
Kurulunun 1/2/2012 tarih ve E.2011/4-592, K.2012/25
sayılı kararı şöyledir:
“Dava, desteğin yanlış tedavi sonucu öldüğü
iddiasına dayalı tazminat istemine ilişkindir. Uyuşmazlık; kamu görevlisi
doktorun eylemi nedeniyle açılan eldeki tazminat davasında husumetin adı geçen
doktora yöneltilip yöneltilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Davacı taraf, davalı doktorun görevi sırasında
kanamalı ve acil durumda olduğu halde destekleri olan hastaya müdahalede
bulunmayıp, dış gebelik olan başka bir hastayla ilgilendiği; böylece,
dikkatsizlik ve tedbirsizliği nedeni ile desteğin ölümüne neden olduğu
iddiasıyla ve doktoru hasım göstererek eldeki tazminat davasını açmışlardır.
Davalının görevi dışında kalan kişisel
kusuruna dayanılmadığına, dikkatsizlik ve tedbirsizliğe dayalı da olsa eylemin
görev sırasında ve görevle ilgili olmasına ve hizmet kusuru niteliğinde
bulunmasına göre, eldeki davada husumet kamu görevlisine değil, idareye
düşmektedir. Öyle ise dava idare aleyhine açılıp, husumetin de idareye yöneltilmesi
gerekir. Mahkemece, davalı doktor hasım gösterilerek açılan davanın husumet
yokluğu nedeni ile reddedilmesi hukuka uygundur.
…”
53. Yargıtay 13. Hukuk
Dairesinin 16/2/2012 tarih ve E.2011/19947,
K.2012/3097, sayılı kararı şöyledir:
“…Davadaki ileri sürülüşe ve kabule göre dava
temelini vekillik sözleşmesi oluşturmakta olup, özen borcuna aykırılığa
dayandırılmıştır ( BK. 386-390). Vekil, vekalet
görevine konu işi görürken yöneldiği sonucun elde edilmemesinden sorumlu değil
ise de; bu sonuca ulaşmak için gösterdiği çabanın yaptığı işlemlerin eylemlerin
ve davranışlarının özenli olmayışından doğan zararlardan sorumludur. Vekilin
sorumluluğu genel olarak işçinin sorumluluğuna ilişkin kurallara bağlıdır ( BK.
290/2 md.). Vekil, işçi gibi özenle davranmak zorunda
olup, hafif kusurundan dahi sorumludur ( BK. 321/1 md.).
O nedenle vekil konumunda olan doktorun meslek alanı içinde olan bütün
kusurları, hafif dahi olsa sorumluluğunun unsuru olarak kabul edilmelidir.
Doktor, hastasının zarar görmemesi için mesleki tüm şartları yerine getirmek,
hastanın durumunu, tıbbi açıdan zamanında gecikmeksizin saptayıp, somut durumun
gerektirdiği önlemleri eksiksiz biçimde almak, uygun tedavi yöntemini de
gecikmeden belirleyip uygulamak zorundadır. Asgari düzeyde dahi olsa, tereddüt
doğuran durumlarda, bu tereddüdü ortadan kaldıracak araştırmalar yapmak ve bu
arada da koruyucu tedbirleri almakla yükümlüdür. Çeşitli tedavi yöntemleri
arasında bir tercih yaparken de hastasının ve hastalığının özelliklerini göz
önünde tutmalı, onu risk altına sokacak tutum ve davranışlardan kaçınmalı, en
emin yol seçilmelidir. Gerçekten de hasta, tedavisini üstlenen meslek mensubu
doktorundan tedavisinin bütün aşamalarında mesleğin gerektirdiği titiz bir
ihtimam ve dikkati göstermesini, beden ve ruh sağlığı ile ilgili tehlikelerden
kendisini bilgilendirmesini güven içinde beklemek hakkına sahiptir. Gereken
özeni göstermeyen vekil, B.K."nun 394/1. maddesi
hükmü uyarınca, vekaleti gereği gibi ifa etmemiş
sayılmalıdır. Tıbbın gerek ve kurallarına uygun davranılmakla birlikte sonuç
değişmemiş ise doktor sorumlu tutulmamalıdır….”
54. Yargıtay 13. Hukuk
Dairesinin 7/10/2008 tarih ve E.2008/11477,
K.2008/11825 sayılı kararı şöyledir:
“…
Dava konusu olay nedeniyle davacıların
Cumhuriyet Savcılığına yaptığı şikayet başvurusunda
bulundukları anlaşılmaktadır. Borçlar Kanunu 53. maddesine göre hukuk hakimi ceza mahkemesinde verilen beraat kararı ile bağlı
değilse de verilecek mahkumiyet kararı ve tespit edilen maddi olguları ile
bağlıdır. Bu durumda mahkemece hazırlık soruşturması sonucunun eğer dava
açılmış ise ceza davasının sonucunun beklenerek, hasıl
olacak sonuca uygun bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yazılı
şekilde, hüküm kurulması usül ve yasaya aykırı olup
bozmayı gerektirir.
…”
IV. İNCELEME VE
GEREKÇE
55. Mahkemenin 21/1/2016 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru
incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun
İddiaları
56. Başvurucu, görevli doktorun
kusur ve ihmali sonucu kız çocuğunun ölü olarak dünyaya geldiğini, olayda
kusuru bulunan doktor hakkında Antalya Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından
etkili bir soruşturma yapılmaksızın kovuşturmaya yer olmadığına karar
verildiğini, soruşturma kapsamında her ne kadar Adli Tıp Kurumundan bilirkişi
raporu alınmış ise de kadın doğum doktorundan özel bir rapor alma yoluna
gidilmesinin gerektiğini belirterek Anayasa’nın 17. maddesinde tanımlanan yaşam
hakkının ve 36. maddesinde tanımlanan adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini
ileri sürmüş; söz konusu olay sebebiyle yaşadığı maddi ve manevi zararlarına
karşılık olarak tazminat talebinde bulunmuştur.
B. Değerlendirme
57. Anayasa Mahkemesi, olayların
başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve
olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013,
§ 16). Başvuru formu ve ekleri incelendiğinde başvurunun, tıbbi hata sonucu
meydana gelen ölüm olayı ile bu olay üzerine başlatılan soruşturmanın etkili
bir şekilde yürütülmediği iddiası ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Başvurucunun “adil yargılanma hakkı”
kapsamında ileri sürdüğü hususların, yaşam hakkı kapsamında etkili bir
soruşturma yürütülmediği iddiası ile ilgili olduğu değerlendirilmiştir. Bu
nedenle başvurucunun tüm iddiaları Anayasa’nın 17. maddesi ile ilişkili
görülerek “yaşam hakkı” çerçevesinde incelenmiştir.
58. Bakanlığın görüş yazısında,
kabul edilebilirlik incelemesi ile ilgili olarak özetle yaşam hakkı kapsamında “etkili bir yargısal sistem kurma” yönündeki
pozitif yükümlülüğün her olayda mutlaka cezai işlem başlatmayı gerektirmediği,
yaşam hakkına yönelik ihlal iddialarının kasıtlı bir eylem ile
gerçekleştirilmediği durumlarda mağdurlara
hukuki, idari ve hatta disiplinle ilgili hukuk yollarının açık olmasının
yeterli olabileceği, adli ya da idari yargıda tazminat davası açıldığına
ilişkin bir bilginin başvuru dosyasında bulunmadığı, bu durumda başvurucunun
hem ilgili doktorların ve idarenin sorumluluğunun ortaya konulmasına, hem de
gerektiği takdirde tazminat ödenmesine imkân sağlayacak bir yoldan kendisini
mahrum bıraktığı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Mehmet Şentürk ve Bekir Şentürk/Türkiye
(B. No: 13423/09, 9 Nisan 2013) kararında, ölü
doğan bebeğin hayatının annenin hayatı ile sıkıca bağlı olduğunun belirtildiği
ve bu nedenle ölü doğan bebeğin yaşam hakkı yönünden ayrı bir inceleme
yapılmadığı, belirtilmiştir. Somut başvuruda başvurucunun anne değil baba
olduğu, bu durum dikkate alındığında başvurucu Zeki Kartal’ın mağdur sıfatının
olup olmadığının kabul edilebilirlik incelemesinde dikkate alınması gerektiği, ayrıca
AİHM’in içtihatlarına göre Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin (AİHS/Sözleşme) 2. ve 3. maddeleri bağlamında negatif yükümlülük
kapsamında ihlal oluşturan eylemler, Sözleşme’nin onaylandığı ya da bireysel
başvuru hakkının taraf devletçe tanındığı tarihten önce meydana gelmiş ise bu
kapsamda ileri sürülen şikâyetlerin “zaman
bakımından yetkisizlik” gerekçesiyle kabul edilemez bulunduğu ancak
ileri sürülen şikâyetlerin ölüm olayının etkili bir şekilde soruşturulmadığı
iddiasına ilişkin olduğu durumlarda, ölüm olayı kritik tarihten önce meydana
gelmiş olsa bile kritik tarihten sonra kesinleşen karar yönünden etkili bir
soruşturma yürütülüp yürütülmediği iddiası bakımından bir incelemenin
yapılabileceği ifade edilmiştir. Somut olayda ölüm olayının 7
Ocak 2010 tarihinde gerçekleştiği, diğer yandan Anayasa Mahkemesinin 2013/293,
2013/841 ve 2012/848 numaralı başvurulara ilişkin verdiği kararlarda 23 Eylül
2012 tarihinden önce meydana gelmiş olaylara ilişkin esas incelemesi yapıldığı,
anılan hususların kabul edilebilirlik incelemesi bakımından gözönünde
tutulması gerektiği belirtilmiştir.
59. Başvurucu 10/11/2015
tarihli cevap dilekçesinde özetle Bakanlığın ölü doğan çocuğun ölümü nedeniyle
mağduriyetin anneye ait olduğu fakat annenin başvurusunun olmadığı ve
dolayısıyla babanın mağduriyetinin bulunmadığı görüşüne katılmadığını, böyle
bir görüşün hem yasalara hem de hakkaniyete aykırı olduğunu, ayrıca Bakanlığın
başvuru yollarının tüketilmediği yönündeki görüşünün yasalara aykırı olduğunu,
maddi durumunun kötü olduğu ve bu yola gitmenin oldukça zaman alacağı dikkate
alındığında hukuk yoluna başvurmasının beklenemeyeceğini bildirmiştir.
60. Anayasa’nın “Kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı”
başlıklı 17. maddesi şöyledir:
“Herkes, yaşama,
maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.
Tıbbî zorunluluklar
ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz; rızası
olmadan bilimsel ve tıbbî deneylere tâbi tutulamaz.
Kimseye işkence ve
eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya
muameleye tâbi tutulamaz.
Meşrû
müdafaa hali, yakalama ve tutuklama kararlarının yerine getirilmesi, bir
tutuklu veya hükümlünün kaçmasının önlenmesi, bir ayaklanma veya isyanın
bastırılması, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde yetkili merciin verdiği
emirlerin uygulanması sırasında silah kullanılmasına kanunun cevaz verdiği
zorunlu durumlarda meydana gelen öldürme fiilleri, birinci fıkra hükmü
dışındadır.”
61. Sözleşme"nin 2. maddesi
şöyledir:
“Herkesin yaşam hakkı
yasayla korunur. Yasanın ölüm cezası ile cezalandırdığı bir suçtan dolayı
hakkında mahkemece hükmedilen bu cezanın infaz edilmesi dışında, hiç kimsenin
yaşamına kasten son verilemez.
Ölüm, aşağıdaki
durumlardan birinde mutlak zorunlu olanı aşmayacak bir güç kullanımı sonucunda
meydana gelmişse, bu maddenin ihlaline neden olmuş sayılmaz.
a.
Bir kimsenin yasa dışı şiddete karşı korunmasının sağlanması;
b.
Bir kimsenin usulüne uygun olarak yakalanmasını gerçekleştirme veya usulüne
uygun olarak tutulu bulunan bir kişinin kaçmasını önleme;
c.
Bir ayaklanma veya isyanın yasaya uygun olarak bastırılması.”
62. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun"un 46.
maddesinin (1) numaralı fıkrasında, ancak ihlale yol açtığı ileri sürülen
işlem, eylem ya da ihmal nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı doğrudan
etkilenenlerin bireysel başvuru hakkına sahip oldukları kurala bağlanmıştır.
Yaşam hakkının doğal niteliği gereği, yaşamını kaybeden kişiler açısından bu
hakka yönelik bir başvuru ancak yaşanan ölüm olayı nedeniyle mağdur olan ölen
kişilerin yakınları tarafından yapılabilecektir. Anne karnındaki çocuğun ölü
olarak dünyaya gelmesi olayından çok yakından etkilenen başvurucu Zeki Kartal’ın,
somut olayda Anayasa’nın 17. maddesinin uygulanabilir olduğu kabul edildiği
takdirde, mağdur sıfatının bulunduğunun kabul edilmesi gerekir (Benzer yöndeki
Avrupa İnsan Hakları Komisyonu kararı için bkz.
H. v. Norway, B. No: 17004/90, 19/5/1992).
63. Anayasa Mahkemesi, 23 Eylül
2012 tarihinden önce gerçekleşmiş ölüm ve yaralama olaylarına ilişkin
başlatılan soruşturma veya kovuşturma 23 Eylül 2012 tarihinden sonra
kesinleşmişse ölüm/yaralama olayını ve bu olay hakkında yürütülen soruşturma ya
da kovuşturma sürecini zaman bakımından yetkisi kapsamında görmektedir. Bakanlık görüşünde belirtilen kararlardan da anlaşılacağı üzere
ölüm/yaralama olayı 23 Eylül 2012 tarihinden önce meydana gelmiş olsa bile
olaya ilişkin soruşturma ya da kovuşturma kritik tarihten sonra kesinleşmiş ise
Anayasa Mahkemesince yaşam hakkı ve işkence yasağı bağlamında hem negatif hem
de pozitif yükümlülüklerin yerine getirilip getirilmediği yönünden bir inceleme
yapılmaktadır. Bu sebeple anılan olayın Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından
yetkisi kapsamında olduğu hususunda kuşku bulunmamaktadır.
64. Görevli doktorun ihmali
neticesinde ölü olarak dünyaya geldiği belirtilen çocuğun, Hastaneye
götürüldüğü anda anne karnında canlı olduğu ve kalp atışlarının bulunduğu fakat
dünyaya ölü olarak geldiği konusunda şüphe yoktur (bkz. § 11). Başvurucu ve
eşinin, çocuklarının sağ bir şekilde dünyaya getirilmesi iradelerine sahip
olduğu hususunda da bir ihtilaf bulunmaktadır. Bu durumda ölü olarak dünyaya
gelen bir çocuğun, konu bakımından Anayasa"nın 17. maddesi kapsamında olup
olmadığı meselesi ortaya çıkmaktadır.
65. Doğmamış bir çocuğun
Anayasa’nın 17. maddesi kapsamında kabul edilmesi çocuğun, annenin ve babanın
hakları ile yakından ilgilidir. Bu haklar bazı durumlarda birbirleri ile
örtüşmesine rağmen bazı durumlarda birbirleri ile çatışabilmektedir. Bunlar
yanında tıbbi, hukuki, dinî, etik ve kültürel birçok yönü bulunan ve bunların
tamamından etkilenen insan yaşamının ne zaman başlamış sayılacağı hususu ile
ilgili olarak döllenmeden doğum anına kadar geçen
süreç dikkate alınarak çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bir görüş, insan
yaşamının başlangıcı olarak döllenmeyi kabul etmiş ve
bu andan itibaren ceninin yaşam hakkına sahip olduğunu ve korunması gerektiğini
benimsemiştir. Bu görüşün karşısında yer alan görüş ise ceninin ancak canlı bir
şekilde doğmasıyla birlikte birey kabul edilerek yaşam hakkının öznesi
olabileceğini savunmuştur. Döllenme ile doğum kriteri
haricinde gebeliğin evrelerine göre insan yaşamının başlangıcına ilişkin
çeşitli görüşler de ileri sürülmüştür. Bunlardan bazısı, zigotun rahim duvarına
yerleşmesini insan yaşamının başlangıcı olarak görmüş, bazıları ise insan
yaşamının başlangıcında korteksin oluşumunu temel almış ve beynin elektriksel
faaliyetlerinin başladığı gebeliğin sekizinci haftasını insan yaşamının
başlangıcı olarak görmüştür. Kimileri ise ceninin anne rahmi dışında bağımsız
olarak yaşayabilir hâle gelmesiyle insan yaşamının başlayacağını savunmuştur.
66. Anayasa"nın 17. maddesinde “Herkes, yaşama (...) hakkına sahiptir.”
hükmü bulunmaktadır. Anayasa, yaşam hakkını anılan şekilde güvence altına
almakla birlikte yaşam hakkının öznesini belirten “herkes” ifadesinin kimleri kapsadığı hususunda sessiz
kalmış ve “yaşam” ifadesinden ne
anlaşılması gerektiğine dair bir tanımlama ile “yaşam
hakkının başlangıcına” ilişkin bir saptama yapmamıştır. Yaşam
hakkını güvence altına alan Anayasa hükümleri “doğmamış
bir çocuğun” Anayasa"nın 17. maddesinde geçen “herkes” ifadesinin kapsamında olup
olmadığı, eğer kapsamında ise bunun hangi aşamadan itibaren başlayacağı
konularında bir netlik içermemektedir. Bu sebeple doğmamış bir çocuğun
Anayasa’nın 17. maddesi kapsamında bulunup bulunmadığının tartışılması
gerekmektedir. Ancak Anayasa Mahkemesi, somut başvurunun Anayasa’nın 17.
maddesi kapsamında olduğu kabul edilse bile aşağıda açıklanacak olan sebeplerle
herhâlükârda kabul edilemez olması nedeniyle bu
aşamada söz konusu tartışmaları soyut şekilde yapmanın makul olmadığına kanaat
getirmiştir.
67. Kişinin yaşam hakkı ile
maddi ve manevi varlığını koruma hakkı, birbirleriyle sıkı bağlantıları olan
devredilmez ve vazgeçilmez haklardan olup devletin bu konuda pozitif ve negatif
yükümlülükleri bulunmaktadır. Devletin, negatif bir yükümlülük olarak yetki
alanında bulunan hiçbir bireyin yaşamına kasıtlı ve hukuka aykırı olarak son
vermeme, bunun yanı sıra pozitif bir yükümlülük olarak yine yetki alanında
bulunan tüm bireylerin yaşam hakkını gerek kamusal makamların, gerek diğer
bireylerin, gerekse kişinin kendisinin eylemlerinden kaynaklanabilecek risklere
karşı koruma yükümlülüğü bulunmaktadır (Serpil
Kerimoğlu ve diğerleri, B. No: 2012/752, 17/9/2013,
§ 50, 51).
68. Anayasa Mahkemesinin yaşam
hakkı kapsamında devletin sahip olduğu pozitif yükümlülükler açısından benimsediği
temel yaklaşıma göre devletin sorumluluğunu gerektirebilecek şartlar altında
gerçekleşen ölüm olaylarında Anayasa’nın 17. maddesi; devlete, elindeki tüm
imkânları kullanarak yaşamı tehlikede olan kişileri korumak için yeterli yasal
ve idari bir çerçeve oluşturma ve oluşturulan bu çerçevenin gereği gibi
uygulanmasını ve bu hakka yönelik ihlallerin durdurulup cezalandırılmasını
sağlayacak etkili idari ve yargısal tedbirleri alma görevi yüklemektedir. Bu yükümlülük, kamusal olsun
veya olmasın yaşam hakkının tehlikeye girebileceği her türlü faaliyet
bakımından geçerlidir (Serpil Kerimoğlu ve
diğerleri, § 52).
69. Söz konusu pozitif
yükümlülük, sağlık alanında yürütülen faaliyetleri de kapsamaktadır. Nitekim Anayasa’nın 56. maddesinde herkesin sağlıklı ve dengeli bir
çevrede yaşama hakkına sahip olduğu, devletin “herkesin
hayatını(,) beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak (…) amacıyla
sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini”
düzenleyeceği ve bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal
kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getireceği kurala
bağlanmıştır.
70. Devlet, ister kamu isterse
özel sağlık kuruluşları tarafından yerine getirilsin sağlık hizmetlerini,
hastaların yaşamlarının korunmasına yönelik gerekli tedbirlerin alınabilmesini
sağlayacak şekilde düzenlemek zorundadır (Nail
Artuç, B. No: 2013/2839, 3/4/2014, § 35).
71. Devletin yaşam hakkı
kapsamında sahip olduğu pozitif yükümlülüklerin bir de usule ilişkin yönü
bulunmaktadır (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri,
§ 54). Bu usul yükümlülüğünün bir
olayda gerektirdiği soruşturma türünün, yaşam hakkının esasına ilişkin
yükümlülüklerin cezai bir yaptırım gerektirip gerektirmediğine bağlı olarak
tespiti gerekmektedir. Buna göre yaşam hakkının
ihlaline kasten sebebiyet verilmemiş ise “etkili
bir yargısal sistem kurma” yönündeki pozitif yükümlülük her olayda
mutlaka ceza davası açılmasını gerektirmez. Bu ilke, tıbbi ihmal sonucu meydana geldiği ileri sürülen ölüm
olayları için de geçerlidir. Bu durumlarda mağdurlara hukuki, idari ve hatta
disiplinle ilgili hukuk yollarının açık olması yeterli olabilir (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, § 59; Nail Artuç, §
37).
72. Bununla birlikte ihmal suretiyle meydana gelen ölüm ve
yaralama olaylarında devlet görevlilerinin ya da kurumlarının bu konuda
muhakeme hatasını veya dikkatsizliği aşan bir ihmali olduğu yani olası
sonuçların farkında olmalarına rağmen kendilerine verilen yetkileri göz ardı
ederek tehlikeli bir faaliyet nedeniyle oluşan riskleri bertaraf etmek için
gerekli ve yeterli önlemleri almadığı durumlarda, insanların yaşamını veya vücut bütünlüğünü tehlikeye atan kişiler
aleyhine hiçbir suçlamada bulunulmaması ya da bu kişilerin yargılanmaması,
Anayasa’nın 17. maddesinin ihlaline neden olabilir (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, § 60). Bu yaklaşım, yetkili kişi ve
kurumların kamu ya da özel sağlık kuruluşlarına başvuran bir hastanın sağlık
durumunun ciddiyetini bilmesine ya da bilmesinin gerekmesine rağmen meydana
gelebilecek riskleri bertaraf etmek için gerekli ve yeterli önlemleri almayarak
yahut hastanın tanı ve tedavisine ilişkin değerlendirme hatasını aşacak şekilde
mesleki ödevlerine aykırı davranarak bir kimsenin hayatına veya vücut
bütünlüğüne zarar vermesi hâlinde, sağlık alanında yürütülen faaliyetler için
de geçerlidir (Benzer yöndeki AİHM kararları için bkz. Mehmet Şentürk ve Bekir Şentürk/Türkiye; Asiye Genç/Türkiye, B. No. 24109/07, 27/1/2015).
73. Yukarıda belirtildiği üzere
Anayasa’nın 17. maddesinin yüklediği pozitif yükümlülükler kapsamında devlet,
yaşamı tehlikede olan kişileri korumak için yeterli yasal ve idari çerçeveyi
oluşturmalıdır (bkz. § 68). Bu durumda, öncelikle ceninin Türk Ceza Hukuku’nda
nasıl korunduğunun incelenmesi gerekmektedir.
74. 5237 sayılı Kanun’un “Hayata karşı suçlar” bölümünün “Kasten öldürme” başlıklı 81. maddesi; “Bir insanı kasten öldüren kişi, müebbet hapis cezası
ile cezalandırılır.” şeklindedir. Maddenin gerekçesinde hükmün
konuluş amacı ile ilgili olarak “Bu
düzenlemeyle, kişinin hayat hakkına verilen önem vurgulanmıştır.”
ifadeleri kullanılmıştır. Bu düzenleme ile korunan hukuki değerin, yaşam hakkı
olduğu konusunda şüphe olmamakla birlikte, madde metninde geçen “insan” ifadesinin anne karnındaki cenini
kapsayıp kapsamadığının tespit edilmesi için Kanun’un diğer hükümlerinin
dikkate alınması gerekir. Aynı Kanun’un 82. maddesinde, kasten öldürme suçunun
nitelikli hâlleri düzenlenmiş ve kasten öldürme suçunun gebe olduğu bilinen
kadına karşı işlenmesi hâlinde failin ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile
cezalandırılması gerektiği hükme bağlanmıştır. Bu maddenin gerekçesinin ilgili
kısmında, hükmün konuluş amacı ile ilgili olarak “…Suçun gebe kadına karşı işlenmesi hâlinde iki hayata son
verilmektedir. Bu nedenle, belirtilen durumda faile daha ağır ceza verilmesi
öngörülmüştür.(…)” ifadeleri kullanılmıştır. 5237 sayılı Kanun’un
82. maddesinde, gebe bir kadının öldürülmesi durumu, insan öldürme suçunun
nitelikli hâli olarak düzenlendiğinden, yasa koyucunun 81. maddede geçen “insan” kavramını cenini kapsar şekilde
kullanmadığı anlaşılmaktadır.
75. 5237 sayılı Kanun’un “Kasten öldürme” başlıklı 81. maddesine
benzer bir düzenleme, aynı Kanun"un “Neticesi
sebebiyle ağırlaşmış yaralama” başlıklı 87. maddesinin (2) numaralı
fıkrasında bulunmaktadır. Bu fıkrada, kasten yaralama suçunun gebe bir kadına
karşı işlenip mağdurun çocuğunun düşmesine neden olunması hâli düzenlenmiş ve
bu durumda kasten yaralama suçu için öngörülen cezanın iki kat artırılacağı öngörülmüştür.
Bu hüküm dikkate alındığında kişinin, çocuğun düşmesine neden olması sebebiyle
5237 sayılı Kanun’un 81. maddesinde düzenlenen kasten öldürme ya da 85.
maddesinde düzenlenen taksirle öldürme suçlarının faili olmayacağı
anlaşılmaktadır.
76. Kasten ve taksirle öldürme
suçlarının konusunu oluşturmayan cenin, 5237 sayılı Kanun’a göre ancak çocuk
düşürme veya düşürtme suçlarının konusunu oluşturabilir. 5237 sayılı Kanun’un “Çocuk düşürtme” başlıklı 99. maddesinin
(1) numaralı fıkrası; “Rızası olmaksızın bir
kadının çocuğunu düşürten kişi, beş yıldan on yıla kadar hapis cezası ile
cezalandırılır.” şeklindedir. Bu hükümle hukuken geçerli rızası
olmaksızın bir kadının çocuğunun düşürtülmesi, suç olarak tanımlanmıştır.
Maddenin (2) numaralı fıkrası ise; “Tıbbi
zorunluluk bulunmadığı halde, rızaya dayalı olsa bile, gebelik süresi on
haftadan fazla olan bir kadının çocuğunu düşürten kişi, iki yıldan dört yıla
kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu durumda, çocuğunun düşürtülmesine
rıza gösteren kadın hakkında bir yıla kadar hapis veya adlî para cezasına
hükmolunur.” şeklindedir. Bu hükümle gebe bir kadının tıbbi
zorunluluk bulunmadığı hâlde on haftalıktan büyük çocuğunu düşürttürmesi ayrı
bir suç olarak düzenlenmiştir. Maddenin (3) ve (4) numaralı fıkralarında, (1)
ve (2) numaralı fıkralarda belirtilen fiiller neticesinde kadının beden veya
ruh sağlığı bakımından bir zarara uğraması veya ölmesi hâlinde cezanın
artırılacağı hükme bağlanmıştır. Maddenin (5) numaralı fıkrasında, “Rızaya dayalı olsa bile, gebelik süresi on haftayı
doldurmamış olan bir kadının çocuğunun yetkili olmayan bir kişi tarafından
düşürtülmesi halinde; iki yıldan dört yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.
Yukarıdaki fıkralarda tanımlanan diğer fiiller yetkili olmayan bir kişi tarafından
işlendiği takdirde, bu fıkralara göre verilecek ceza, yarı oranında artırılarak
hükmolunur.” düzenlemesi bulunmaktadır. Beşinci fıkrada; rızaya
dayalı olsa bile gebelik süresi on haftayı doldurmamış olan bir kadının
çocuğunun yetkili olmayan bir kişi tarafından düşürtülmesi, suç olarak
tanımlanmıştır. Ayrıca, bir ve ikinci fıkralarda tanımlanan suçların gebeliği
sona erdirme konusunda meslek olarak yetkili olmayan kişiler tarafından
işlenmesi, bu suçlardan dolayı verilecek cezanın artırılması sebebini
oluşturmaktadır. Maddenin (6) numaralı fıkrasında ise “Kadının mağduru olduğu bir suç sonucu gebe kalması
halinde, süresi yirmi haftadan fazla olmamak ve kadının rızası olmak koşuluyla,
gebeliği sona erdirene ceza verilmez. Ancak, bunun için gebeliğin uzman
hekimler tarafından hastane ortamında sona erdirilmesi gerekir.”
hükmüne yer verilmiştir.
77. Anılan hükümler dikkate
alındığında doğmamış bir çocuğun ceza hukuku bağlamında açıkça insan olarak
kabul edilmediği görülmektedir. Ancak ceninin ceza hukuku kapsamında açıkça
insan olarak kabul edilmemiş olması, onun Türk Hukuk Sisteminde hiçbir şekilde
korunmadığı anlamına gelmemektedir. Özellikle somut olayda olduğu gibi anne ile
çocuğun haklarının ve menfaatlerinin çatışmadığı hatta birbiri ile örtüştüğü
durumlarda ceninin yaşamı, annenin yaşam hakkı ile çok yakından bağlantılıdır
ve annenin yaşam hakkının korunmasını düzenleyen hükümler dolaylı olarak
ceninin yaşam hakkını da korumaktadır. Somut olayda anne-baba çocuklarının sağ
bir şekilde dünyaya gelmesini istediğinden, ceninin yaşam hakkı hem annenin
yaşam hakkını ve vücut bütünlüğünü koruyan hem de annenin rızası olmaksızın
işlenen çocuk düşürtme suçunu düzenleyen hükümler aracılığıyla etkili bir
şekilde korunmaktadır (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Vo/Fransa, B. No: 53924/00, 8/7/2004, § 86).
78. Kaldı ki Anayasa
Mahkemesi’nin benimsediği temel yaklaşıma göre yaşam hakkının ihlaline kasten
sebebiyet verilmemiş ise “etkili bir
yargısal sistem kurma” yönündeki pozitif yükümlülük her olayda mutlaka
ceza davası açılmasını gerektirmez (bkz. § 70). Bu bağlamda
belirtmek gerekir ki yaşam hakkının ihlaline kasten sebebiyet verildiği
durumlarda, Anayasa’nın 17. maddesi
bağlamında devletin sahip olduğu “etkili bir
yargısal sistem kurma” yönündeki pozitif yükümlülük
sorumluların tespitine ve cezalandırılmalarına imkân verebilecek nitelikte
soruşturmaların yürütülmesini mecburi kıldığından bu tür durumlarda mağdurlara
sadece tazminat ödenmesi yaşam hakkı kapsamındaki ihlali gidermek ve mağdur
sıfatını ortadan kaldırmak bakımından yeterli değildir. Ancak yaşam
hakkının ihlaline kasten sebebiyet verilmediği durumlarda, özellikle tıbbi hata
nedeniyle yaşam hakkının ihlal edildiği iddiasının bulunduğu hâllerde,
mağdurlara yalnızca hukuk mahkemelerine ya da hukuk mahkemeleri ile birlikte
ceza mahkemelerine başvurma imkânının sağlanmasıyla etkili bir yargısal sistem
kurma yönündeki pozitif yükümlülük yerine getirilmiş sayılabilir.
79. Anılan ilkeler çerçevesinde,
bireysel başvuru formu ve eklerinde sunulan bilgi ve belgeler ışığında mevcut
başvuru incelendiğinde başvurucunun yaşadığı üzüntü verici olayın tıbbi
değerlendirme hatasını aşan kasti bir tutumdan ya da ciddi bir ihmalden
kaynaklandığını gösteren herhangi bir bulgu olmadığı ve olayın meydana geldiği
koşulların, bu bağlamda herhangi bir şüphe uyandırmadığı anlaşılmaktadır. Başvurucu da söz konusu
olayın görevli personel tarafından kasti şekilde gerçekleştirildiği yönünde bir
iddia ileri sürmemiştir. Tüm bu hususlar dikkate alındığında
başvuru konusu olayın yukarıda belirtilen istisnalar (bkz. § 72) kapsamında
bulunmadığı sonucuna ulaşılmış ve Anayasa’nın 17. maddesi bağlamında devletin
sahip olduğu “etkili bir yargısal sistem
kurma” yönündeki pozitif yükümlülüğün, somut olayda mağdura adli ya
da idari yargı mercileri önünde açabileceği bir tazminat ya da tam yargı davası
yolunun sağlanması ile yerine getirilmiş sayılabileceği değerlendirilmiştir.
80. Başvurucu, olayda ihmali
olduğunu ileri sürdüğü personel hakkında suç duyurusunda bulunarak ceza
soruşturması açılması talebinde bulunmuş olmakla birlikte Türk hukuk
sistemindeki mevcut hukuki yollardan olan ve hem ilgili personelin veya
idarenin mesuliyetini saptayabilecek hem de gerektiği takdirde zararın
ödenmesini sağlayabilecek olan, hukuk mahkemelerinde tazminat davası ya da
idari yargıda tam yargı davası açma imkânını kullanmamıştır. Yargıtay ve Danıştay’ın konu
hakkındaki içtihatları (bkz. §§ 50-54)
dikkate alındığında ceza kanunları uyarınca suç oluşturmayan eylem ve ihmallere
karşı da ilgili kişi veya kurumlar aleyhine adli ya da idari yargı önünde
açılacak davalar ile uğranılan zararların tazmininin mümkün olduğu
görülmektedir. Bu nedenle yapılan tıbbi müdahale açısından ihlale neden olduğu
ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve
yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce
tüketilmiş olduğundan söz edilemeyecektir.
81. Hukuka veya sözleşmeye
aykırı bir fiil nedeniyle başkasına verilmiş olan zararın tazmin edilmesi
yükümlülüğünü ifade eden hukuki sorumluluk, ceza hukuku alanında suç diye
adlandırılan insan davranışına göre daha geniş bir hukuka aykırı davranış
grubunu kapsamaktadır. Bir eylemin suç teşkil edebilmesi için ilgili kanunda
açıkça tanımlanması gerekirken haksız fiil için böyle bir sınırlamaya yer
verilmemektedir. Ayrıca, ceza hukuku alanında taksire dayalı
sorumluluğun istisnai nitelik taşımasına rağmen kasten veya taksirle
başkalarına verilen zararın hukuki sorumluluk kapsamında giderim imkânının daha
fazla olduğu, ceza hukuku alanında objektif sorumluluğa yer verilmezken hukuki
sorumluluk alanında objektif sorumluluk esasının da etkin şekilde uygulandığı
ve hukuki sorumluluk alanında aynı maddi vakıalar çerçevesinde daha düşük bir
ispat standardı kullanılarak kişisel sorumluluğun söz konusu olabildiği
anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra hukuk sistemimizde ceza muhakemesinde
şahsi hak iddiasında bulunma imkânı ortadan kaldırılırken hukuki sorumluluk
alanındaki tazmin yükümlülüğünün asıl gayesinin zarar görenin zararının telafi
edilmesi olduğu dikkate alındığında özellikle somut başvuruya konu ihlal
iddiasına benzer uyuşmazlıklar açısından hukuki tazmin yolunun daha yüksek
başarı şansı sunabilecek kullanılabilir ve etkili bir başvuru yolu olduğu
anlaşılmaktadır (Işıl Yaykır,
B. No: 2013/2284, 15/4/2014, § 44).
82. Açıklanan nedenlerle somut
olayda Anayasa’nın 17. maddesinin uygulanabilir olduğu varsayılsa bile yaşam
hakkının ihlal edildiği iddiasını içeren başvurunun, diğer kabul edilebilirlik
şartları yönünden incelenmeksizin başvuru
yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna
karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan
nedenlerle;
A.
Yaşam hakkının ihlal edildiği yönündeki iddianın başvuru yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle KABUL
EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
B.
Yargılama giderlerinin başvurucu üzerinde BIRAKILMASINA
21/1/2016 tarihinde OYBİRLİĞİYLE
karar verildi.
Sayın kullanıcılarımız, siteden kaldırılmasını istediğiniz karar için veya isim düzeltmeleri için bilgi@abakusyazilim.com.tr adresine mail göndererek bildirimde bulunabilirsiniz.