
Esas No: 2019/768
Karar No: 2021/361
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2019/768 Esas 2021/361 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ : İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 26. Hukuk Dairesi
1. Taraflar arasındaki “maddi ve manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 26. Hukuk Dairesince davacı vekilinin istinaf isteminin esastan reddine dair verilen karar, davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 26. Hukuk Dairesince Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:
I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
4. Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin 16.02.1998 tarihinden itibaren davalı şirket bünyesinde teknisyen olarak çalıştığını, uzun süre gürültülü ortamda çalıştığı için işitme kaybı ortaya çıktığını, davacıya veya diğer çalışanlara iş güvenliği eğitimleri verilmediği gibi kulaklık vs. gibi koruyucu ekipmanların da temin edilmediğini, davalı işverenin kusuru neticesinde müvekkilinin meslek hastalığına maruz kaldığını, bu durumun ekonomik geleceğini etkilediğini, bedeni üzerinde kalıcı hasar bıraktığını belirterek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 50.000TL maddi, 50.000TL manevi tazminatın davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.
Davalı Cevabı:
5. Davalı Staubli Sanayi Makine ve Aksesuarları Ticaret Ltd. Şti. vekili cevap dilekçesinde; Sosyal Güvenlik Kurumunun (SGK/Kurum) emsal raporuna göre ortada meslek hastalığı olmadığının sabit olduğunu, şirketin iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınması gereken tüm önlemleri aldığını, davacının işitme kaybının müvekkil şirkette yürütülen işin sonucu ortaya çıkmadığını, işitme kaybına ilişkin bir rahatsızlık şikayeti bildirmediğini, talep edilen maddi ve manevi tazminatın hukuki dayanaktan yoksun olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
İlk Derece Mahkemesi Kararı:
6. Bakırköy 2. İş Mahkemesinin 03.10.2017 tarihli ve 2012/899 E., 2017/268 K. sayılı kararı ile; Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulunun 22.2.2017 tarihli raporunda; “...’ın bilateral işitme hastalığının meslek hastalığı olduğu, ancak çalışma gücü ve meslekte kazanma gücü kaybı oranı tespit işlemleri yönetmeliği muvacehesinde maluliyetine neden olacak düzeyde olmadığından maluliyet tayinine gerek olmadığı” mütalaa olunduğu, Kurum ve Adli Tıp Kurumu tarafından verilen raporlarda davacının işitme kaybından dolayı sürekli işgöremezlik durumu ile ilgili bir rapor ve oran verilmediği, rahatsızlığın iddia olunduğu gibi çalışma ortamından olduğu (olmadığı) ve maddi tazminatı gerektirmediği, davacının hizmet döküm cetvelinde davalı işyerinde 14.01.2013 tarihine kadar sigortalı olarak çalışması bulunduğundan dava konusu işitme kaybı nedeniyle ve çalışma şartları itibariyle manevi tazminat yönünden 1.000TL manevi tazminat isteminin kabulüne, maddi tazminat isteminin reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi Kararı:
7. Bakırköy 2. İş Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı taraf vekillerince süresi içinde istinaf kanun yoluna başvurulmuştur.
8. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 26. Hukuk Dairesinin 10.05.2018 tarihli ve 2017/3032 E., 2018/803 K. sayılı kararı ile; maluliyet oranı % “0” olsa dahi, davacının meslek hastalığı neticesinde vücut bütünlüğünün zarara uğramış olduğu, Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 56. maddesinde belirtilen bedensel bütünlüğün zedelenmesi koşulunun somut olayda gerçekleştiği, bu nedenle tarafların SGK inceleme raporunda belirlenen kusur oranlarına, ekonomik sosyal durumlarına göre mahkemece manevi tazminata hükmedilmesinin dosya kapsamına uygun olduğu gerekçesiyle davalı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine kesin olarak; davacı vekilince 06.10.2017 tarihinde sunulan süre tutum dilekçesi ile istinaf başvurusunda bulunulduğu, istinaf sebeplerinin ve gerekçesinin ise gerekçeli kararının kendilerine tebliği sonrası sunulan ayrıntılı istinaf dilekçesinde gösterildiği, ancak bu ayrıntılı istinaf dilekçesinin gerekçeli kararın kendilerine tebliğ edildiği 08.11.2017 tarihinden itibaren iş mahkemeleri için öngörülen 8 günlük yasal sürenin geçmesinden sonra 22.11.2017 tarihinde sunulmuş olduğu, bu cihetle süresinde sunulmuş usulüne uygun istinaf başvuru dilekçesinden bahsedilemeyeceği, ilk derece mahkemesi kararında kamu düzenine de aykırılık bulunmadığı anlaşıldığından, davacı vekilinin istinaf başvuru talebinin esastan reddine karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
9. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 26. Hukuk Dairesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
10. Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesinin 09.04.2019 tarihli ve 2018/4159 E., 2019/2770 K. sayılı kararı ile; “..Dava, sigortalının iş kazasından sürekli iş göremezliğe uğraması nedeniyle sigortalının maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemine ilişkindir.
Mahkemece, maddi tazminat istemi yönünden davanın reddine, manevi tazminat yönünden ise davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, Bölge Adliye Mahkemesince davalı istinaf dilekçesinin esası incelenerek istinaf başvurunun esastan reddine karar verilmişken; davacının istinaf başvurusunun gerekçelerinin yasal süre içerisinde bildirilmediğinden incelenemeyeceği, kamu düzenine de aykırılık bulunmadığından davalı istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.
Bilindiği üzere karar tarihinde yürürlükte bulunan 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunun 8/2.maddesine “İstinaf yoluna başvurma süresi, karar yüze karşı verilmişse nihaî kararın taraflara tefhimi, yokluklarında verilmiş ise tebliği tarihinden itibaren sekiz gündür”. Aynı Kanunun 15. maddesine göre ise bu Kanunda açıklık bulunmıyan hallerde Hukuk Muhakemeleri Kanunun hükümleri uygulanıcağına işaret edilmiştir.
01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı HMK’nın 321.maddesinin 2.fıkrasına göre ise kararın tefhimi için hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklanamadığı ve bu nedenle zorunlu olarak hüküm özetinin tefhim edildiği hallerde, gerekçeli kararın en geç bir ay içinde yazılarak tebliğe çıkartılması gerekir. Bu hüküm doğrultusunda, hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte tefhim edilmediği hallerde gerekçeli kararın taraflara tebliği zorunludur (Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’nın (İkinci Bölüm) 20.03.2014 gün ve 2012/1034 Başvuru sayılı kararı da aynı yöndedir).
Mahkemece, taraflara tefhim edilen kısa kararda (hüküm özeti) hükmün tüm unsurları yer almakla birlikte kararın gerekçesinin tefhim edilememesi halinde temyiz süresi gerekçeli kararın tebliğinden itibaren başlar. Ancak, hüküm tüm unsurları ve gerekçesi ile birlikte tefhim edilmiş ise artık hükmün HMK’nın 321/2 maddesine göre usulüne uygun ve eksiksiz bir biçimde tefhim edildiği kabul edilir ve temyiz süresi tefhim tarihinden itibaren başlar. 5521 sayılı Kanun‘un 8.maddesinde yer alan ve temyiz süresinin başlangıcına esas alınan tefhim kavramının “hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklandığı hal“ olarak anlaşılması zorunludur.
Tarafların, gerekçeli karar tebliğ edilmeden önce, temyiz süre tutum dilekçesi veye gerekçeli temyiz dilekçesi sunmak suretiyle kararı temyiz ettikleri hallerde dahi, kararın gerekçesini dikkate alarak yeni temyiz gerekçelerine dayanmaları mümkün olduğundan, bu gibi hallerde bile gerekçeli kararın taraflara tebliği gerekir.
Davanın tümden kabul veya tümden reddedildiği hallerde, reddedilen bir talebi bulunmadığından davacının veya davacı yararına kurulan bir hüküm bulunmadığından davalının kararı temyizde ilke olarak hukuki yararı bulunmadığı kabul edilmekte ise de tarafların kararın gerekçesini temyiz etme hakları bulunduğundan gerekçeli karar taraflara tebliğ edilmelidir.
Nitekim davacı ve davalı vekilinin kararın tefhiminden itibaren yasal süresi içerisinde sundukları istinaf yoluna başvurularına dair süre tutum dilekçeleri ile kararı istinaf ettiklerini beyan ettikleri anlaşılmaktadır.
Öte yandan 6100 sayılı HMK’da istinaf gerekçelerinin bildirilmesi için ve yine Bölge Adliye Mahkemesinin istinaf incelemesinin süresini sınırlandıran bir hukuki düzenleme yer almamaktadır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 19/09/2018 tarih ve 2018/9-584 E- 2018/1332 K sayılı ilamında da belirtildiği üzere;
1982 Anayasasının “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36’ncı maddesi uyarınca, “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”Ayrıca Anayasanın 90’ıncı maddesinin son fıkrasında usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmaların kanun hükmünde olduğu, bunlar hakkında anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağı, temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümlerinin esas alınacağı ifade edilmiştir.
Bu bağlamda ülkemizin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) 6’ncı maddesinde adil yargılanma hakkı ayrıntılı yer almış olup, gerek Anayasa gerekse AİHS düzenlemelerine koşut olarak da 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 27’nci maddesinde hukuki dinlenilme hakkı düzenlenmiştir.
HMK"nın 27’nci maddesi uyarınca;
"(1) Davanın tarafları, müdahiller ve yargılamanın diğer ilgilileri, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahiptirler.
(2) Bu hak;
a) Yargılama ile ilgili olarak bilgi sahibi olunmasını,
b) Açıklama ve ispat hakkını,
c) Mahkemenin, açıklamaları dikkate alarak değerlendirmesini ve kararların somut ve açık olarak gerekçelendirilmesini, içerir".
Hukuki dinlenilme hakkı çoğunlukla "iddia ve savunma hakkı" olarak bilinmektedir. Ancak bu hak iddia ve savunma hakkı kavramına göre daha geniş ve üst bir kavramdır.
Hakkın temel unsurları maddede tek tek belirtilmiş, böylece uygulamada bu temel yargısal hak konusundaki tereddütlerin önüne geçilmesi amaçlanmıştır.
Bunlardan ilki “bilgilenme hakkı” dır. Bu çerçevede, öncelikle tarafların gerek yargı organlarınca gerek karşı tarafça yapılan işlemler konusunda bilgilendirilmeleri zorunludur. Kişinin kendisinden habersiz yargılama yapılarak karar verilmesi, kural olarak mümkün değildir. Hak sahibinin kendisi ile ilgili yargılama ve yargılamanın içeriği hakkında tam bir şekilde bilgi sahibi olması sağlanmalıdır. Tarafın bilgi sahibi olmadığı işlemler, belge ve bilgiler yargılamada esas alınamaz. Bilgilenmenin şekli bakımından, hukuki dinlenilme hakkına uygun davranılmalı, ilgilinin bilgilenmesi şeklen değil, gerçek anlamda sağlanmaya çalışılmalıdır.
Bu hakkın ikinci unsuru, “açıklama ve ispat hakkı”dır. Taraflar, yargılamayla ilgili açıklamada bulunma, bu çerçevede iddia ve savunmalarını ileri sürme ve ispat etme hakkına sahiptirler. Her iki taraf da bu haktan eşit şekilde yararlanırlar. Bu durum "silahların eşitliği ilkesi" olarak da ifade edilmektedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) adil yargılanma hakkını düzenleyen 6’ncı maddesinin birinci bendinin ilk cümlesinde yer alan silahların eşitliği ilkesi, yine AİHS’ne göre, mahkeme önünde sahip olunan hak ve vecibeler bakımından taraflar arasında tam bir eşitliğin bulunması ve bu dengenin bütün yargılama boyunca korunmasıdır. Başka bir deyişle, silahların eşitliği ilkesi, davanın taraflarından birini diğeri karşısında avantajsız bir duruma düşürmeyecek şekilde her iki tarafın deliller de dâhil olmak üzere, iddia ve savunmasını ortaya koymak için makul bir olanağa sahip olması, tarafların denge içinde olması demektir. Söz konusu ilke tarafların usulüne uygun olarak mahkemenin önüne gelmelerini sağlayan tebligat işlemi açısından da önemlidir. Çünkü ancak hukuka uygun bir usulde gerçekleşen tebligat üzerine, durumdan haberdar olan taraflar iddia ve savunmalarını eşit şekilde yapabileceklerdir.
Hukuki dinlenilme hakkının üçüncü unsuru, “tarafların iddia ve savunmalarını yargı organlarının tam olarak dikkate alıp değerlendirmesi”dir. Bu değerlendirmenin de karar gerekçesinde yapılması gerekir (6100 sayılı HMK’nın gerekçesi m. 32). Yargılama bakımından, sadece bir tarafın dinlenip diğerinin dinlenmemesi, tek yönlü karar verilmesi demektir. Yargılamada yer alan taraflar yargılamanın objesi değil, süjesidir. Hukukî dinlenilme hakkı doğru karar verilmesinin garantisidir; bu nedenle, haksızlığa karşı koyabilme imkânı tanır. Bu hak, hukuk devletinin, insan onurunun korunması ve eşitlik ilkesinin, hak arama özgürlüğünün, adil yargılanma hakkının bir gereğidir.
Bütün bu açıklamalar doğrultusunda, Bölge Adliye Mahkemesinin istinaf başvurusunu incelediği 10/05/2018 tarihi itibariyle dosya kapsamına girmiş ve kararın tebliği tarihinden itibaren de makul bir süre içerisinde sunulmuş bulunan, davacı istinaf isteminin gerekçelerini içeren dilekçesi incelenmek suretiyle, davalının istinaf talebinde olduğu gibi, davacının istinaf talebi yönünden de işin esasına geçilmek suretiyle bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde davacı istinaf başvurusunun gerekçelerinin süresinde ibraz edilmemesi ve kamu düzenine bir aykırılık da olmadığına işaretle davacı istinaf isteminin esastan reddine karar verilmesi hatalı olmuştur.
Bölge Adliye Mahkemesince yapılacak iş, davacı vekilinin gerekçeli istinaf sebeplerinin makul süre içerisinde sunulduğu değerlendirmek suretiyle gerekçeli istinaf başvurusu hakkında bir karar vermekten ibarettir.
O halde, davacı vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve davacı vekilinin bu aşamada temyiz itirazlarının sair yönleri incelenmeksizin Bölge Adliye Mahkemesince verilen hüküm bozulmalıdır..” gerekçesi ile kararın bozulmasına karar verilmiştir.
Direnme Kararı:
11. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 26. Hukuk Dairesinin 12.09.2019 tarihli ve 2019/1532 E., 2019/1858 K. sayılı kararı ile; Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK/6100 sayılı Kanun) 345. maddesinde ve yine hüküm tarihinde yürürlükte olan 5521 sayılı mülga İş Mahkemeleri Kanunu"nun (5521 sayılı Kanun) 8. maddesinde belirlenen istinaf başvuru süresinin kesin sürelerden olduğu, bu sürelerde hâkime takdir yetkisi tanınmadığı gibi sürenin uzatılıp kısıltılmasının da mümkün olmadığı, Kanunda konulan kesin sürelerin her olayda ve davanın her iki tarafı için de aynı şekilde uygulanması gerektiği, Yargıtay bozma ilamında makul süre içinde sunulduğundan bahisle istinaf başvurusunun incelenmesi gerektiği belirtilmişse de, makul süreden neyin anlaşılması gerektiğinin açık olmadığı gibi Kanunun emredici hükümlerine de aykırı olduğu, davacı vekilinin yasada belirlenen 8 günlük süre geçtikten sonra dilekçeyi sunmuş olması nedeni ile süresinde sunulmuş usulüne uygun istinaf başvuru dilekçesinin bulunmadığı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
12. Direnme kararı süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
II. UYUŞMAZLIK
13. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ilk derece mahkemesi kararının tefhimi üzerine süre tutum dilekçesi ile istinaf yoluna başvurulan eldeki davada; gerekçeli istinaf dilekçesinin ilk derece mahkemesi kararının tebliğinden itibaren 8 günlük istinaf süresi geçtikten sonra sunulduğu gözetildiğinde gerekçeli istinaf dilekçesinin makul sürede verildiğinin kabul edilip edilemeyeceği ve buradan varılacak sonuca göre 6100 sayılı Hukuk Muhakameleri Kanunu’nun (HMK) 355. maddesine göre yapılan istinaf incelemesinde dikkate alınıp alınamayacağı noktasında toplanmaktadır.
III. 1. ÖN SORUN
14. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında; davacı vekili dava dilekçesinde, fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak 50.000TL maddi, 50.000TL manevi tazminat talep etmiş, ilk derece mahkemesince; maddi tazminat talebinin reddine, 1.000TL manevi tazminat talebinin kabulüne karar verilmiştir. Tarafların istinaf yoluna başvurması üzerine Bölge Adliye Mahkemesi tarafından tarafların istinaf başvuruları esastan reddedilmiştir. (davalı tarafın kesin olarak) Özel Dairece Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozularak ortadan kaldırılması sonrası Bölge Adliye Mahkemesince 12.09.2019 tarihinde direnme kararı verilmiş olup kararın verildiği 12.09.2019 tarihinde, temyiz (kesinlik) sınırı HMK’nın 362. maddesi gereğince 58.800,00TL olduğu gözetildiğinde, temyizde kesinlik sınırının belirlenmesinde hükmedilen maddi ve manevi tazminat tutarlarının ayrı ayrı mı yoksa toplamlarının mı dikkate alınması gerektiği, burada varılacak sonuca göre davacı yönünden hükmedilen maddi ve manevi tazminat miktarı yönünden temyize konu edilen kararın miktar itibari ile temyizi kabil nitelikte olup olmadığı hususu ön sorun olarak tartışılmış ve değerlendirilmiştir.
15. Ön sorunun çözümü için konu ile ilgili kavramların ve yasal düzenlemelerin incelenmesinde fayda bulunmaktadır.
16. HMK’nın “Davaların yığılması” kenar başlıklı 110. maddesinde;
“Davacı, aynı davalıya karşı olan, birbirinden bağımsız birden fazla asli talebini, aynı dava dilekçesinde ileri sürebilir. Bunun için, birlikte dava edilen taleplerin tamamının aynı yargı çeşidi içinde yer alması ve taleplerin tümü bakımından ortak yetkili bir mahkemenin bulunması şarttır.” amir hükmüne yer verilmiştir.
17. Gerekçesi açısından bugün de geçerliliğini koruyan 07.02.1945 tarihli ve 1944/19E.,1945/4 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında açıklandığı üzere; dava dilekçesinin talep sonucu bölümünde davacı, neye karar verilmesini (başka bir ifade ile davalının neye mahkum edilmesini) istediğini açıkça yazar. Kuşkusuz talebin birden fazla kalemleri kapsaması hâlinde de davacının talep sonucu, asıl talep ve yardımcı (fer"i) talepler olmak üzere iki bölümden oluşur. Davacının birden fazla davasını aynı dava dilekçesi ile açması hâlinde, bu durum "objektif dava birleşmesi" olarak tanımlanır ve davacının, her davaya ait talep sonucunu açıkça ve ayrı ayrı göstermesi gerekir (Kılıç, Açıklamalı İçtihatlı Hukuk Muhakemeleri Kanunu, Ankara 2011, C.I, s. 1454).
18. Doktrinde objektif dava birleşmesi ya da kümülatif dava yığılması olarak adlandırılan bu kurum, HMK’da “davaların yığılması” terimi benimsenerek düzenlenmiştir. Davaların yığılmasının usul ekonomisine ve çelişkili kararlar verilmesini engellemeye hizmet ettiği kabul edilmektedir.
19. Davacının aynı davalıya karşı olan birbirinden bağımsız birden fazla talebini, aralarında bir derecelendirme ilişkisi yani aslilik-fer’ilik ilişkisi kurmadan aynı dava dilekçesinde ileri sürmesine davaların yığılması denir. Bu dava çeşidinde taleplerin tümü birbirinden bağımsız, eş değer ve aynı derecede öneme sahiptir. Her bir talep farklı edimlerin gerçekleştirilmesine yönelmiştir.
20. Davaların yığılması söz konusu olduğunda, görünüşte tek dava, gerçekte ise talep sayısınca dava mevcuttur. Her bir talep için dava dilekçesinde vakıaların ayrı ayrı belirtilmesi ve ispat edilmesi gerekir. Mahkeme de her bir talep hakkında ayrı ayrı inceleme yapacaktır, taleplerden birinin kabulüne diğerinin ise reddine karar verebilir. Yani, görünüşte tek hüküm, gerçekte ise talep sayısınca hüküm mevcuttur. Mahkeme, taleplerin tümü hakkında ayrı ayrı karar vermek ve bunları hüküm fıkrasında göstermek zorundadır. Mahkemenin, taleplerin tümü hakkında tek ve aynı şekilde karar verme zorunluluğu yoktur. Dava şartları, her bir talep bakımından ayrı ayrı belirlenir (Pekcanıtez Usul, Medeni Usul Hukuku, C. II, İstanbul 2017, s.1093 ).
21. Önemle vurgulanmalıdır ki; kesinlik sınırının belirlenmesi kamu düzenindendir ve kesinlik sınırı belirlenirken davanın değeri esas alınır. Davanın değeri ise genel anlamıyla, bir davadaki taleplerin toplamıdır.
22. Birleştirilen davalarda, kesinlik sınırı her dava için ayrı ayrı belirlenir (Kuru B., Hukuk Muhakemeleri Usulü, C.V, İstanbul 2001, s. 4514).
23. İhtiyarî dava arkadaşlığında, kesinlik sınırı her dava arkadaşının davası için ayrı ayrı belirlenir (Kuru, B.; s. 4514).
24. Karşılık davada, kesinlik sınırı asıl dava ve karşılık dava için ayrı ayrı belirlenir (Kuru, B.; s. 4514).
25. Somut olayda davacı aynı olaydan kaynaklanan zarar nedeniyle davalıya karşı olan birden fazla talebini (maddi ve manevi tazminat) aynı davada birleştirmiştir. Objektif dava birleşmesi olarak adlandırılan bu durumda taleplerin her biri ayrı dava olmakla birlikte, görünüşte tek bir hüküm bulunduğundan temyizde kesinlik sınırının tespiti için temyiz edilen maddi ve manevi tazminat tutarlarının toplamları esas alınmalıdır.
26. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, davanın maddi ve manevi tazminat istemini içerdiği, her iki istemin davaların yığılmasına konu olsa bile, her birinin ayrı dava olma özelliğini yitirmediği, maddi ve manevi tazminat istemlerinin ayrı kalemler olduğu, çoğu zaman tahkikatlarının ve delillerinin toplanma aşamalarında da farklılık bulunduğu, maddi ve manevi tazminata hükmedilebilme koşullarında da farklılık olduğu, maddi ve manevi tazminat taleplerinin iki ayrı dava olduğu, kesinlik sınırının belirlenmesinde maddi ve manevi tazminat miktarlarının ayrı ayrı değerlendirilmesi gerektiği belirtilmişse de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından yukarıda açıklanan nedenlerle benimsenmemiştir.
27. Hâl böyle olunca yukarıda belirtilen sebeplerle; aynı olaydan kaynaklanan davalarda temyizde kesinlik sınırının belirlenmesinde maddi ve manevi tazminat istemlerinin toplamlarının dikkate alınması gerektiği, bu nedenle aleyhine reddedilen maddi ve manevi tazminat miktarlarının toplamı yönünden davacı vekili tarafından temyize konu edilen kararın miktar itibari ile temyizi kabil nitelikte olduğuna karar verilmiş, birinci ön sorun 18.03.2021 tarihinde yapılan ilk görüşmede oy çokluğuyla aşılmıştır.
IV. 2. ÖN SORUN
28. Hüküm tarihinde yürürlükte bulunan 30.01.1950 tarihli ve 5521 sayılı mülga İş Mahkemeleri Kanunu"nun 02.03.2005 tarihli ve 5308 sayılı Kanun’un 1. maddesi ile değişik 8. maddesine gereğince iş mahkemlerince verilen kararların yasal temyiz süresinin 8 gün olduğu, yerel mahkemece 03.10.2017 tarihinde verilen kısa kararda ve 27.10.2017 tarihinde yazılan gerekçeli kararda temyiz süresinin “..8 gün içinde Bölge Adliye Mahkemelerinde istinaf yolu açık olmak üzere..” olarak belirtilmesine rağmen 08.11.2017 tarihinde tebliğ edilen gerekçeli karar tebliğ zarfında “..tebliğden itibaren iki haftalık kesin süre içinde istinaf başvuru dilekçenizi sunmanız ihtar olunur..” ibaresi mevcut olduğu ve iş mahkemelerinde kanun yoluna başvuru süresini iki haftaya çıkaran 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 25.10.2017 tarihinde yürürlüğe girdiği gözetildiğinde, davacı vekiline gerekçeli karar 08.11.2017 tarihinde tebliğ edildikten sonra davacı vekili tarafından 22.11.2017 tarihinde gerekçeli istinaf dilekçesi sunulduğu nazara alındığında, davacı vekilinin kararın tebliğinden 8 gün geçtikten sonra 14. gün verdiği gerekçeli istinaf dilekçesinin süresinde olup olmadığı ve HMK ‘nın 355. maddesine göre yapılan istinaf incelemesinde dikkate alınıp alınamayacağı hususu ön sorun olarak tartışılmıştır.
29. Öncelikle konuya ilişkin yasal düzenlemelerin irdelenmesinde fayda bulunmaktadır.
30. Özel Kanun niteliğinde olan ve hüküm tarihinde yürürlükte bulunan 30.01.1950 tarihli ve 5521 sayılı mülga İş Mahkemeleri Kanunu"nun 02.03.2005 tarihli ve 5308 sayılı Kanun’un 1. maddesi ile değişik 8. maddesinde :
"İş mahkemelerince verilen nihai kararlara karşı istinaf yoluna başvurulabilir. Şu kadar ki, para ile değerlendirilemeyen dava ve işler hakkındaki kararlar hariç, miktar veya değeri üç bin Türk lirasını geçmeyen davalar hakkındaki nihai kararlar kesindir.
İstinaf yoluna başvurma süresi, karar yüze karşı verilmişse nihai kararın taraflara tefhimi, yokluklarında verilmiş ise tebliği tarihinden itibaren sekiz gündür.
Bölge adliye mahkemesinin para ile değerlendirilmeyen dava ve işler hakkındaki kararları ile miktar veya değeri kırk bin Türk lirasını geçen davalar hakkındaki nihai karalara karşı tebliğ tarihinden başlayarak sekiz gün içinde temyiz yoluna başvurulabilir." (24.11.2016 tarihli ve 6763 sayılı Kanun’un 5. maddesiyle “beşbin lirayı” ifadesi “kırk bin Türk lirasını” şeklinde değiştirilmiştir.) düzenlemesi mevcut olup iş yargılamasının kısa sürede tamamlanması amacıyla temyiz süresi sekiz gün olarak belirlenmiştir.
31. Hüküm tarihinden sonra 25.10.2017 tarihinde yürürlüğe giren 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu"nun 7. maddesi ise :
“(1) İş mahkemelerinde basit yargılama usulü uygulanır.
(2) Davaların yığılması hâlinde, her bir talebe ilişkin vakıalar bakımından ispat yükü ve deliller ayrı ayrı değerlendirilir.
(3) 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun kanun yollarına ilişkin hükümleri, iş mahkemelerince verilen kararlar hakkında da uygulanır.
(4) Kanun yoluna başvuru süresi, ilamın taraflara tebliğinden itibaren işlemeye başlar.
(5) Kanun yoluna başvurulan kararlar, bölge adliye mahkemesi ve Yargıtayca ivedilikle karara bağlanır.” düzenlemesi ile kanun yolu süresini HMK ile uyumlu hâle getirmiştir.
32. Ayrıca 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun “Geçiş hükümleri” kenar başlıklı Geçici 1. maddesinin 4. fıkrasında “İlk derece mahkemeleri tarafından bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce verilen kararlar, karar tarihindeki kanun yoluna ilişkin hükümlere tabidir.” hükmü ile ilk derece mahkemesinin karar tarihi kanun yoluna başvuru süresini belirlemede esas alınmıştır.
33. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Anayasa)’nın “Hak arama hürriyeti” kenar başlıklı 36. maddesinin 1. fıkrası “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” şeklindedir.
34. Anayasa’nın “Temel hak ve hürriyetlerin korunması” kenar başlıklı 40. maddesinde;
“Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir.
Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.
Kişinin, resmi görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır.” düzenlemesine yer verilmiştir.
35. 03.10.2001 tarihinde kabul edilen 4709 sayılı Kanun’un 16. maddesi ile Anayasa’nın 40. maddesine “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.” hükmü ilave edilmiştir. Hükmün gerekçesinde; bireylerin yargı ya da idari makamlar önünde sonuna kadar haklarını arayabilmelerine kolaylık ve imkan sağlanmasının amaçlandığı, son derece dağınık mevzuat karşısında kanun yolu, merci ve sürelerin belirtilmesinin hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından zorunluluk hâline geldiği belirtilmiştir.
36. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6. maddesinin 1. fıkrası ise; “Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir.” şeklindedir.
37. Anayasa"nın 36. maddesinin 1. fıkrasında, herkesin yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddiada bulunma ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Dolayısıyla mahkemeye erişim hakkı, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün bir unsurudur. Bu bakımdan davanın bir mahkeme tarafından görülebilmesi ve kişinin adil yargılanma hakkı kapsamına giren güvencelerden faydalanabilmesi için ilk olarak kişiye mahkemeye erişim imkânının tanınması gerekir. Diğer bir ifadeyle mahkeme erişim hakkı sağlanmazsa adil yargılanma hakkının sağladığı güvencelerden yararlanmak mümkün olmaz.
38. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır. Anılan maddeyle güvence altına alınan hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, Anayasa’nın 40. maddesi uyarınca diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir [Anayasa Mahkemesinin (AYM) 28.11.2013 tarihli ve 2013/64 E., 2013/142 K. sayılı kararı]. Bu bağlamda Anayasa’nın, devletin işlemlerinde ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmesi gerektiğini ifade eden 40. maddesinin de adil yargılanma hakkının kapsamının belirlenmesinde gözetilmesi gerektiği açıktır. Bunun yanında Anayasa’da adil yargılanma hakkının kapsamı düzenlenmediğinden bu hakkın kapsam ve içeriğinin, Sözleşme"nin 6. maddesi çerçevesinde belirlenmesi gerekir (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26.3.2013, § 22).
39. Adil yargılanma hakkının en temel unsurlarından biri olan mahkemeye erişim hakkı, bir uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyabilmek ve uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını isteyebilmek anlamına gelmektedir (Özkan Şen, B. No: 2012/791, 7.11.2013, § 52). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), mahkemeye etkili erişim hakkını “hukukun üstünlüğü” ilkesinin temel unsurlarından biri olarak kabul etmekte ve mahkemeye etkili erişim hakkının, mahkemeye başvuru konusunda tutarlı bir sistemin var olmasını ve dava açmak isteyen kişilerin mahkemeye ulaşmada açık, pratik ve etkili fırsatlara sahip olmasını gerektirdiğini ifade etmektedir. Bu sebeple hukuki belirsizliklerin ya da uygulamadaki belirsizliklerin tarafların mahkemeye erişimine zarar verdiği durumlarda bu hakkın ihlâl edildiğine karar verilmektedir (Geffre/Fransa, B. No: 51307/99, 23/1/2003, § 34).
40. Hukuki güvenlik ile belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin ön koşullarındandır. Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (AYM, 28.11.2013 tarihli ve 2013/64 E., 2013/142 K.).
41. Anayasa’nın 40. maddesinin 2. fıkrasında "devletin işlemlerinde ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorunda olduğu ifade edilmiştir. Kanun koyucu, devlet organlarının tesis ettiği işlemlere karşı kanun yolları ve hangi mercilere başvuracağı ve başvuru süresi bakımından tarafların doğru bilgi sahibi olmalarını sağlayarak dağınık mevzuat karşısında hangi yola müracaat edeceğini bilmeyen yahut tereddüt eden bireylerin hak arama özgürlüğünü etkin ve sağlıklı bir şekilde kullanmaları amaçlanmıştır" ifadelerine yer vermiştir (Kommersan Kombassan Mermer Maden İşletmeleri Sanayi ve Ticaret A.Ş. ve diğerleri, B. No: 2013/7114, 20/1/2016, § 35-36-50).
42. Dava açma ya da kanun yollarına başvuru için belli sürelerin öngörülmesi, bu süreler dava açmayı imkânsız kılacak ölçüde kısa olmadıkça hukuki belirlilik ilkesinin bir gereğidir ve mahkemeye erişim hakkına aykırılık oluşturmaz. Ne var ki öngörülen süre koşullarının açıkça hukuka aykırı olarak yanlış uygulanması ya da yanlış hesaplanması nedeniyle kişiler, dava açma ya da kanun yollarına başvurma hakkını kullanamamışsa mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğini kabul etmek gerekir (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Osu/İtalya, B. No: 36534/97, 11/7/2002, §§ 36-40) (Alper Aldemir, B. No: 2014/4987, 09.06.2016, § 37).
43. HMK’nın 297. maddesinin 1. fıkrasının (ç) bendinde varsa kanun yolları ve süresinin hüküm içeriğinde yer alması gerektiği belirtilmiştir. Bu gereklilik tarafların davada uygulanan yargılama usulü ile verilen karara karşı kanun yolları bakımından doğru bilgi sahibi olmalarına ve tarafların kararları temyiz haklarını zamanında ve usulüne uygun olarak kullanabilmelerine hizmet etmektedir (Aktif Elektrik Müh. İnş. San. ve Tic. Ltd. Şti., B. No: 2012/855, 26.06.2014, § 41).
44. Yukarıda ifade edilen Anayasa’nın 36, 40/2 ve HMK’nın 297. maddelerinde yer alan düzenlemeler dikkate alındığında, mahkemelerin kararlarında ilgililere başvurulabilecek kanun yollarını, başvuru merciilerini ve başvuru sürelerini sadece göstermeleri yeterli olmayıp aynı zamanda doğru olarak göstermeleri de anayasal gerekliliktir. Bu sayede bireylerin Anayasa ile güvence altına alınan hak arama özgürlüğü ve bu çerçevede adil yargılanma hakkı tesis edilmiş olacaktır.
45. Mahkemenin kanun yolu ve süresini hatalı belirtmesi hâlinde, usul kurallarının mahkemeye erişim hakkını kısıtlayacak şekilde katı uygulanmaması, mahkemenin kanun yolunu ve süresini taraflara doğru gösterme yükümlülüğü de gözönüne alındığında kararda belirtilen süreye uyularak yapılan kanun yolu başvurusunun, adil yargılanma hakkı ve mahkemeye erişim hakkı kapsamında değerlendirilerek süresinde yapıldığının kabul edilmesi ve temyiz incelemesinin yapılması gerektiği açıktır.
46. Nitekim Anayasa Mahkemesi de yukarıda yer verilen ve diğer birçok kararında bu gibi hâllerde, temyiz istemini süre yönünden reddeden uygulamanın öngörülebilirlik sınırları içinde olduğunun kabul edilemeyeceğini, mahkeme kararında gösterilen süre içinde temyiz yoluna başvurulduğu dikkate alınmadan temyiz talebini süre yönünden reddeden kararın mahkemeye erişim hakkının özünü zedelediği ve Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamında mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşmıştır (Muammer Tatar, B. No: 2014/819, 09.06.2016, § 51, Kommersan Kombassan Mermer Maden İşletmeleri Sanayi ve Ticaret A.Ş. ve diğerleri, B. No: 2013/7114, 20.01.2016, § 56, Alper Aldemir, § 48, Aktif Elektrik Müh. İnş. San. ve Tic. Ltd. Şti., B. No: 2012/855,26.06.2014, § 49).
47. Hemen belirtilmelidir ki, hâkimin uyuşmazlıkta uygulanacak kanun hükmünü tespit ederek resen uygulama ve bu çerçevede kanun yolunu ve süresini de taraflara doğru gösterme yükümlülüğü kamu düzenine ilişkin olup, mahkemece kanun yolunun yanlış gösterilmesi nedeniyle kanunda belirtilen süre içerisinde kanun yollarına başvurma hakkının kullanılamaması lehine olan taraf için usuli kazanılmış hak oluşturmaz. Zirâ kamu düzeni ile ilgili konularda usuli kazanılmış haktan söz edilemez.
48. Somut olaya gelince; mahkemece 03.10.2017 tarihli duruşmada “..8 gün içinde Bölge Adliye Mahkemelerinde istinaf yolu açık olmak üzere..” şeklindeki ibarelere yer verilerek kısa karar tesis edildikten sonra 06.10.2017 tarihinde davacı vekilinin süre tutum dilekçesi vererek ve aynı gün istinaf harçlarını yatırmak suretiyle istinaf kanun yoluna başvurduğu, kısa karardaki kanun yoluna ilişkin aynı ibareleri içeren gerekçeli kararın 27.10.2017 tarihinde yazılarak “..tebliğden itibaren iki haftalık kesin süre içinde istinaf başvuru dilekçenizi sunmanız ihtar olunur..” ibaresi mevcut olan tebliğ zarfı ile 08.11.2017 tarihinde davacı vekiline tebliğ edildiği ve davacı vekili tarafından 22.11.2017 tarihinde (tebliğden itibaren on dördüncü gün) gerekçeli istinaf dilekçesi sunulduğu, gerekçeli karar tebliğ edilmeden 25.10.2017 tarihinde iş mahkemelerinde kanun yoluna başvurma süresini iki haftaya çıkaran 7036 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği, yerel mahkeme tarafından 7036 sayılı Kanun’daki geçiş hükmü (Geçici Madde 1/4. fıkra) dikkate alınmadan, kısa karar ve 7036 sayılı Kanun’un yürürlük tarihinden sonra yazılan gerekçeli kararda da belirtilmediği hâlde tebliğ zarfının üzerine dercedilmek suretiyle taraflara temyiz için iki haftalık süre verildiği, Bölge Adliye Mahkemesince davacı vekilinin istinaf nedenlerini süresi içinde bildirmediğinden HMK’nın 355. maddesi uyarınca ilk derece mahkemesi kararında kamu düzenine aykırılık bulunup bulunmadığı yönünden inceleme yapılarak istinaf başvurusunun esastan reddedildiği görülmüştür.
49. Şu durumda yukarıda yapılan açıklamalar ile somut olaya ilişkin maddi ve hukuki olgulara göre; davacı vekili tarafından yerel mahkeme gerekçeli kararı tebliğ zarfında belirtilen süreye güvenilerek sunulan gerekçeli istinaf dilekçesinin, adil yargılanma hakkı ve mahkemeye erişim hakkı kapsamında süresinde kabul edilmesi gerektiği, bu nedenle davacı vekili tarafından sunulan gerekçeli istinaf dilekçesinin süresinde sunulmadığı gerekçesiyle Bölge Adliye Mahkemesince istinaf incelemesinde dikkate alınmaması açıklanan nedenlerden dolayı isabetli bulunmamıştır.
50. Öyle ise Bölge Adliye Mahkemesince gerekçeli istinaf dilekçesinin süresi içinde sunulduğu dikkate alınarak istinaf incelemesi yapılmalıdır.
51. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında; hâkim tarafından sürenin belirlenebildiği durumlar var olmakla birlikte kanunda belirlenen sürelerin kesin sürelerden olduğu ve üzerinde hâkimin tasarruf yetkisi bulunmadığı, kanun yoluna başvuru süreleri de hâkim tarafından değiştirilmesi mümkün olmayan kesin sürelerden olduğu, resen gözetilmesi gerektiği, Kanun’da, kanun yoluna başvuru sürelerinin arttırılabileceğine ilişkin istisnai bir düzenleme ve imkan da yer almadığı, gerekçeli kararın açıklanmasını beklemeden kanun yoluna başvurma iradesini ortaya koyan süre tutum dilekçesinin davacı vekilince süresinde sunulduğu ve harcın yatırıldığı, kısa karar da ve 25.10.2017 tarihinde yürürlüğe giren ve iş mahkemelerinde kanun yoluna başvurma süresini iki haftaya çıkaran 7036 sayılı Kanun’un yürürlüğünden sonra yazılan gerekçeli kararda da 8 günlük kanun yolu süresi verildiği, asıl olanın kararda yazılı süre olduğu, tebligat zarfında yazılı ihtarat ile kanun yoluna başvuru süresinin uzamayacağı, ayrıca tebliğ zarfında yazılan sürenin hâkim tarafından da verildiğinin belli olmadığı bu nedenlerle gerekçeli istinaf dilekçesinin süresinde sunulmadığı belirtilmişse de bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından kabul edilmemiştir.
52. Hâl böyle olunca, direnme kararı açıklanan bu değişik gerekçe ve nedenlerle bozulmalıdır.
IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda gösterilen bu değişik gerekçe ve nedenlerle BOZULMASINA,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,
Karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 30.03.2021 tarihinde yapılan ikinci görüşmede oy çokluğu ile kesin olarak karar verildi.
Sayın kullanıcılarımız, siteden kaldırılmasını istediğiniz karar için veya isim düzeltmeleri için bilgi@abakusyazilim.com.tr adresine mail göndererek bildirimde bulunabilirsiniz.