
Esas No: 2013/2738
Karar No: 2013/2738
Karar Tarihi: 16/7/2014
Anayasa Mahkemesinin bu kararı bireysel başvuru kararı olup kişisel veri içerme ihtimali bulunmaktadır. Her ne kadar yayınlamakta yasal bir sakınca bulunmasa da bunun kişilere zarar verme ihtimali karşısında bu kararı yayınlamıyoruz.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ |
ANAYASA MAHKEMESİ |
|
|
İKİNCİ BÖLÜM |
|
KARAR |
|
MESUDE YAŞAR BAŞVURUSU |
(Başvuru Numarası: 2013/2738) |
|
Karar Tarihi: 16/7/2014 |
|
İKİNCİ BÖLÜM |
|
KARAR |
|
Başkan |
: |
Alparslan ALTAN |
Üyeler |
: |
Serdar ÖZGÜLDÜR |
|
|
Osman Alifeyyaz PAKSÜT |
|
|
Recep KÖMÜRCÜ |
|
|
Engin YILDIRIM |
Raportör |
: |
Şebnem NEBİOĞLU ÖNER |
Başvurucu |
: |
Mesude YAŞAR |
Vekili |
: |
Av. Saim Bozkurt |
I. BAŞVURUNUN
KONUSU
1. Başvurucu 5233 sayılı Terör
ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun kapsamında
yaptığı talebin reddedildiğini, bu işleme karşı açmış olduğu davaya ilişkin
yargılama işlemlerinin adil olmadığını, işlemlerin makul sürede
sonuçlandırılmadığını ve mülkiyet hakkından yoksun bırakıldığını belirterek,
Anayasa’nın 2., 7., 10., 35., 36., 87., 125. ve 141.
maddelerinde tanımlanan haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüş, ihlalin
tespitiyle uğradığı maddi zararın tazminine karar verilmesini talep etmiştir.
II. BAŞVURU
SÜRECİ
2. Başvuru, 29/4/2013
tarihinde Anayasa Mahkemesi’ne doğrudan yapılmıştır. İdari yönden yapılan ön
incelemede başvurunun Komisyona sunulmasına engel bir durumun bulunmadığı
tespit edilmiştir.
3. İkinci Bölüm Birinci
Komisyonunca, kabul edilebilirlik incelemesi Bölüm tarafından yapılmak üzere
dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir.
4. Bölüm tarafından 17/9/2013 tarihinde, kabul edilebilirlik ve esas
incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
5. Başvuru konusu olay ve
olgular ile başvurunun bir örneği görüş için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir.
Adalet Bakanlığının 25/11/2013 tarihli yazısı
2/12/2013 tarihinde başvurucu vekiline tebliğ edilmiş, başvurucu vekili
tarafından 6/12/2013 tarihinde Adalet Bakanlığı görüşüne karşı beyan dilekçesi
ibraz edilmiştir.
III. OLAY VE
OLGULAR
A. Olaylar
6. Başvuru formu ve ekleri ile
başvuruya konu yargılama dosyası içeriğinden tespit edilen ilgili olaylar
özetle şöyledir:
7. Başvurucu 3/1/2006
tarihinde 5233 sayılı Kanun kapsamına giren zararlarının karşılanması talebiyle
Batman Valiliği Zarar Tespit Komisyonuna başvurmuştur.
8. Başvuru kapsamında temin
edilen 15/7/2010 tarihli inşaat bilirkişisi raporunda
başvurucunun 15.781,22 TL, 20/7/2010 tarihli ziraat bilirkişisi raporunda ise 22.364,00
TL zararı olduğu tespit edilmiştir.
9. 27/8/2010 tarih ve 2010/1-45 sayılı Zarar
Tespit Komisyonu Kararında, dosyada yer alan bilgi ve belgeler uyarınca Sason
ilçesi Erdemli köyünün boşalmadığı, kişiye yönelik tehdit ve saldırı olmadığı,
köyün Sason ilçe merkezine bağlı bir mahalle olduğu ve köyde korucu aileleri
dışında ailelerin ikamet ettiği belirtilerek talebin reddine karar verilmiştir.
10. Başvurucu tarafından
belirtilen işlem aleyhine 24/3/2011 tarihinde
Diyarbakır 3. İdare Mahkemesinde açılan dava, yetkisizlik kararıyla Batman
İdare Mahkemesine devredilmiştir.
11. Batman İdare Mahkemesinin
25/11/2011 tarih ve E.2011/45, K.2011/1331 sayılı kararı ile,
başvurucunun ikamet ettiği köyün tamamen boşalmadığı, anılan yerleşim yerinde
nesnel güvenlik kaygısının yaşanmamış olduğu ve başvurucuya yönelik bir terör
tehdidi ya da saldırısının bulunmadığından bahisle davanın reddine karar
verilmiştir.
12. Kararın temyiz edilmesi
üzerine, Danıştay 15. Dairesinin 13/6/2012 tarih ve
E.2012/1779, K.2012/4575 sayılı kararı ile temyiz isteminin reddine karar
verilmiştir.
13. Karar düzeltme istemi
Danıştay 15. Dairesinin 25/12/2012 tarih ve
E.2012/10867, K.2012/14757 sayılı kararı ile reddedilmiştir.
14. Ret kararının 2/4/2013 tarihinde başvurucu vekiline tebliğ edildiği ve
29/4/2013 tarihinde bireysel başvuruda bulunulduğu anlaşılmaktadır.
B. İlgili
Hukuk
15. 5233 sayılı Kanun’un “Amaç” kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:
“Bu Kanunun amacı,
terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler
nedeniyle maddî zarara uğrayan kişilerin, bu zararlarının karşılanmasına
ilişkin esas ve usulleri belirlemektir.”
16. Aynı Kanun’un “Kapsam” kenar başlıklı 2. maddesi
şöyledir:
“Aşağıda belirtilen
zararlar bu Kanunun kapsamı dışındadır:
…
d) Terör dışındaki
ekonomik ve sosyal sebeplerle uğranılan zararlar ile güvenlik kaygıları dışında
kendi istekleriyle bulundukları yerleri terk edenlerin bu sebeple uğradıkları
zararlar.”
17. Aynı Kanun’un “Zarar tespit komisyonları” kenar başlıklı
4. maddesi şöyledir:
“Zarar
tespit komisyonları illerde; bu Kanun kapsamında yapılacak başvurular üzerine
on gün içinde kurulur. Komisyon, bir başkan ve altı üyeden oluşur. Valinin
görevlendireceği vali yardımcısı komisyonun başkanı; maliye, bayındırlık ve
iskân, tarım ve köyişleri, sağlık, sanayi ve ticaret
konularında uzman ve o ilde görev yapan kamu görevlilerinden vali tarafından
belirlenecek birer kişi ile baro yönetim kurulunca baroya kayıtlı olanlar
arasından görevlendirilecek bir avukat komisyonun üyesidir. Komisyonun başkan
ve üyeleri her yıl ocak ayının ilk haftasında yeniden belirlenir. Eski üyeler
yeniden görevlendirilebilirler. İş yoğunluğuna göre aynı ilde birden fazla
komisyon kurulabilir.”
18. Aynı Kanun’un “Başvurunun süresi, şekli, incelenmesi ve
sonuçlandırılması” kenar başlıklı 6. maddesi şöyledir:
“(Değişik: 28/12/2005
- 5442/3 md.) Zarar gören veya mirasçılarının veya
yetkili temsilcilerinin zarar konusu olayın öğrenilmesinden itibaren altmış gün
içinde, her hâlde olayın meydana gelmesinden itibaren bir yıl içinde zararın
gerçekleştiği veya zarar konusu olayın meydana geldiği il valiliğine
başvurmaları hâlinde gerekli işlemlere başlanır. Bu sürelerden sonra yapılacak
başvurular kabul edilmez.
…”
19. Aynı Kanun’un “Karşılanacak Zararlar” kenar başlıklı 7.
maddesi şöyledir:
“Bu Kanun hükümlerine
göre sulh yoluyla karşılanabilecek zararlar şunlardır:
a) Hayvanlara, ağaçlara,
ürünlere ve diğer taşınır ve taşınmazlara verilen her türlü zararlar.
b) Yaralanma, engelli
hâle gelme ve ölüm hâllerinde uğranılan zararlar ile tedavi ve cenaze
giderleri.
c) Terörle mücadele
kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle kişilerin mal varlıklarına
ulaşamamalarından
kaynaklanan
maddî zararlar.”
20. Aynı Kanun’un “Zararın Tespiti” kenar başlıklı 8. maddesi
şöyledir:
“7 nci maddede belirtilen zararlar, zarar görenin beyanı,
adlî, idarî ve askerî mercilerdeki bilgi ve belgeler göz önünde tutularak
olayın oluş şekli ve zarar görenin aldığı tedbirlere göre, zarar görenin varsa
kusur veya ihmalinin de göz önünde bulundurulması suretiyle, hakkaniyete ve
günün ekonomik koşullarına uygun biçimde komisyon tarafından doğrudan doğruya
veya bilirkişi aracılığı ile belirlenir.”
21. Aynı Kanun’un geçici 1.
maddesi şöyledir:
“Bu
Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde ilgili valilik ve
kaymakamlıklara başvurmaları hâlinde, 19.7.1987 tarihi ile bu Kanunun yürürlüğe
girdiği tarih arasında işlenen 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun 1 inci, 3
üncü ve 4 üncü maddeleri kapsamına giren eylemler veya anılan tarihler arasında
terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle zarar gören gerçek
kişiler ile özel hukuk tüzel kişilerinin maddî zararları hakkında da bu Kanun
hükümleri uygulanır.
Bu maddeye göre
yapılan başvurular, başvuru tarihinden itibaren iki yıl içinde
sonuçlandırılır.”
22. Aynı Kanun’un geçici 3.
maddesi şöyledir:
“Bu Kanunun geçici 1
inci maddesi ve bu Kanuna 28/12/2005 tarihli ve 5442
sayılı Kanunla eklenen geçici 1 inci madde gereğince yapılan başvuruların
sonuçlandırılma süresi, maddelerde öngörülen sonuçlandırılma süresinin
bitiminden itibaren bir yıl uzatılmıştır. Bu sürenin de bitmesi ve başvuruların
sonuçlandırılamamış olması halinde, Bakanlar Kurulu bu süreyi her defasında bir
yılı aşmamak üzere uzatabilir.”
23. Aynı Kanun’un geçici 4.
maddesi şöyledir:
“(Ek: 24/5/2007-5666/1
md.) Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren
bir yıl içinde ilgili valilik ve kaymakamlıklara başvurmaları halinde,
19/7/1987 tarihi ile bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarih arasında işlenen 3713
sayılı Terörle Mücadele Kanununun 1 inci, 3 üncü ve 4 üncü maddeleri kapsamına
giren eylemler veya anılan tarihler arasında terörle mücadele kapsamında
yürütülen faaliyetler nedeniyle zarar gören gerçek kişiler ile özel hukuk tüzel
kişilerinin maddî zararları hakkında da bu Kanun hükümleri uygulanır.
Bu maddeye göre yapılan başvurular, başvuru
tarihinden itibaren iki yıl içinde sonuçlandırılır. Bu sürenin de bitmesi ve
başvuruların sonuçlandırılamamış olması halinde, Bakanlar Kurulu bu süreyi her
defasında bir yılı aşmamak üzere uzatabilir.”
24. 5233 sayılı Kanun’un geçici
4. maddesi gereğince yapılan başvuruların sonuçlandırılma süresi, son olarak 20/7/2013 tarih ve 28713 sayılı Resmî Gazete’de
yayımlanan 24/6/2013 tarih ve 2013/5034 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı Eki
Kararın 1. maddesiyle, 2/4/2012 tarih ve 2012/2996 sayılı Bakanlar Kurulu
Kararı ile uzatılan sürenin bitiminden itibaren bir yıl uzatılmıştır.
25. Danıştay 10. Dairesinin
30.12.2008 tarih ve E.2008/4141, K.2008/9584 sayılı kararı şöyledir:
“…Öte yandan; kişilerin malvarlıklarına ulaşamamaları nedeniyle uğradıkları zararların
5233 sayılı Yasa uyarınca tazmini; köyün, idarece veya köy halkı tarafından
tamamen boşaltılması halinde mümkün olabileceğinden; Mahkemece bozma
kararı üzerine davacının ikamet ettiği köyün boşaltılıp boşaltılmadığının
araştırılmasından sonra bir karar verilmesi gerektiği tabiidir.
…”
26. Danıştay 10. Dairesinin 31/12/2008 tarih ve E.2008/5548, K.2008/9733sayılı kararı
şöyledir:
“…5233 sayılı Yasanın yukarıda aktarılan maddelerinin değerlendirilmesinden;
kişilerin malvarlıklarına ulaşamaması nedeniyle uğradıkları zararın 5233 sayılı
Yasa uyarınca tazmininin, terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler
sonucu meydana gelmesi şartına bağlı bulunduğu; başka bir ifadeyle, köyün, idarece veya köy halkı tarafından tamamen
boşaltılması halinde söz konusu zararların tazmini yoluna gidilebileceği;
güvenlik kaygısına dayansa dahi, terör olayları sonucu köyü terk edenlerin
malvarlıklarına ulaşamaması nedeniyle uğradıkları zararın, sadece köyün idarece
veya köy halkı tarafından tamamen boşaltılması halinde ve köyün
boşaltılmasından köye dönüşün başladığı tarihe kadar geçen süreçle sınırlı
olarak tazmininin mümkün olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. Zira,
boşaltılan bir köye dönüşün başlaması, o köyde güvenli bir şekilde yaşayabilme
olanaklarına kavuşulduğu anlamına gelmektedir. Köye dönüş için sağlanması
zorunlu olan asgari güvenlik düzeyi ölçütünün ise objektif olması gerektiği;
başka bir anlatımla, köye geri dönen ve dönmeyen kişilere göre değişmemesi gerektiği
de tabiidir.
Bu kabule göre,
uyuşmazlığa konu olayda, davacının terör olayları sonucu terk ettiği Yoncalıbayır Köyü"nde bulunan malvarlığına ulaşamamasından
kaynaklanan zararının; sadece köyün boşaltılmasından, köye dönüşün başladığı
tarihe kadar geçen süreçle sınırlı kalmak kaydıyla tazmini olanaklı
bulunduğundan, davalı idarece yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucu 1 yıllık
süre üzerinden hesaplanan miktarın ödenmesi yolundaki dava konusu işlemde
hukuka aykırılık bulunmamaktadır.
…”
27. Danıştay 10. Dairesinin
20.2.2009 tarih ve E.2008/6679, K. 2009/1227 sayılı kararı şöyledir:
“…Dava konusu olayda;
komisyonca düzenlenen tutanaklarda da belirtildiği üzere, Alluç
Köyü"nde herhangi bir terör olayının meydana gelmediği; bununla birlikte, 1993
yılında bölgede yaşanan terör olayları nedeniyle köye geçici köy koruculuğu
sisteminin getirildiği, koruculuğu kabul edenlerin köyde ikamet etmeye devam
ettiği, diğerlerinin ise koruculuğu kabul etmedikleri için ve yaşanan terör
olayları sonucu duydukları güvenlik kaygısı nedeniyle köyden göç ettikleri
hususlarında çekişme bulunmamaktadır.
Buna göre, sadece geçici köy korucularının yaşadığı köyün,
güvenli bir yerleşim yeri olduğundan bahsedilemeyeceği açık olup; güvenlik
kaygısı nedeniyle köyü terk eden davacının 5233 sayılı Yasa
kapsamında uğradığı bir zararı olup olmadığının tespiti ve saptanan zararının
tazmini gerekirken, başvurusunun reddedilmesine ilişkin dava konusu işlemde
hukuka uyarlık bulunmamakta ise de; bu husus, temyize konu kararın bozulmasını
gerektirecek nitelikte görülmemektedir.
…”
IV. İNCELEME VE
GEREKÇE
28. Mahkemenin 16/7/2014 tarihinde yapmış olduğu toplantıda, başvurucunun
29/4/2013 tarih ve 2013/2738 numaralı bireysel başvurusu incelenip gereği
düşünüldü:
A. Başvurucunun
İddiaları
29. Başvurucu, 5233 Kanun
kapsamında yaptığı talebin ve akabinde açtığı davanın reddedildiğini, dosyadaki
zarar tespitine ilişkin raporlar ve güvenlik nedeniyle köyün boşaltılmış
olduğunu belirten belgeler nazara alınmaksızın ve oğlunun terör örgütü
mensuplarınca öldürülmesine dair öznel durumu göz önünde bulundurulmadan köyün
tamamen boşalmamış olduğu soyut gerekçesine dayanılarak, tarafından sunulan
belgeler değerlendirilmeksizin idare tarafından sunulan belgeler nazara
alınarak ve sunulan bu belgeler kendisine tebliğ edilmek suretiyle savunma
yapma imkanı tanınmadan verilen kararın adil olmadığını, kararların yeterli
gerekçe ihtiva etmediğini, sunduğu belgeler dikkate alınmaksızın idarece
sunulan belgelere dayalı olarak karar veren mahkemenin tarafsız olmadığını,
benzer başvurularda tazminata hükmedilmesine rağmen başvurusu reddedilmek
suretiyle eşitlik ilkesine aykırı davranıldığını, idarenin can ve mal
güvenliğini sağlama yükümlülüğünü yerine getirmemesi sonucu mülkiyet hakkından
yoksun kaldığını ve derece mahkemelerinin yaptığı hatalı değerlendirme
nedeniyle zararının tazmin edilmediğini, ayrıca yaptığı başvuru hakkında
yürütülen işlemlerin makul sürede sonuçlandırılmadığını belirterek, Anayasa’nın
2., 7., 10., 35., 36., 87., 125. ve 141. maddelerinde
tanımlanan haklarının ihlal edildiğini iddia etmiştir.
30. Anayasa Mahkemesi, olayların
başvurucu tarafından yapılan hukuki tavsifi ile bağlı olmayıp, başvurucunun
iddialarının incelenmesi neticesinde, iddialarının özünün adil yargılanma ve
mülkiyet hakları ile eşitlik ilkesinin ihlaline ilişkin olduğu anlaşılmakla,
söz konusu iddiaların belirtilen kapsamda değerlendirmeye tabi tutulması uygun
görülmüştür.
B. Değerlendirme
1. Adli Yardım Talebi
Yönünden
31. Başvurucu adli yardım
talebinde bulunmuş olup, Anayasa Mahkemesinin daha önce aldığı kararlar
doğrultusunda, adli yardım talebinin kabul edilebilmesi için başvurucunun
kendisi ve ailesinin geçimini önemli ölçüde zor duruma düşürmeksizin, gereken
yargılama giderlerini kısmen veya tamamen ödeme gücünden yoksun olmasının yanı
sıra, bireysel başvuru kapsamında ileri sürdüğü taleplerinin dayanaksız
olmaması gerekmektedir (B. No: 2012/1181, 7/11/2013, §
23).
32. Adli yardıma konu talebin
dayanaksız olmaması, bireysel başvurulara ilişkin olarak 6216 sayılı Kanun’un
48. maddesinin (2) numaralı fıkrasında belirtilen “Mahkemenin açıkça dayanaktan yoksun başvuruların kabul edilemezliğine
karar verebileceği” şeklindeki kuralda belirtilen “açıkça dayanaktan yoksunluktan” farklı bir
anlam ifade etmekte olup, Anayasa Mahkemesine yapılan bir bireysel başvurunun
dayanaksız olması bu kapsamda yapılacak incelemeyle sınırlı bir anlam taşımakta
ve zorunlu olarak adli yardıma konu başvurunun açıkça dayanaktan yoksun olması
sonucunu doğurmamaktadır. Öte yandan adli yardım talep edilen başvuru konusunun dayanaksız
olmamasının, bireysel başvurunun kabul edilebilirliği hususunda belirleyici
olmayacağı açıktır (B. No: 2012/1181, 7/11/2013, §
24).
33. Adli yardım talebiyle
yapılan başvurularda, öncelikle başvurucunun adli yardım kapsamında bireysel
başvuru harcından geçici olarak muafiyetine karar verilmesi, bundan sonra
başvurunun kabul edilebilirliğine ilişkin incelemenin yapılması gerekmektedir.
Bu aşamada adli yardım talebinin dayanaksız olup olmadığı, kabul edilebilirlik
incelemesinden önce ve bağımsız olarak incelenmelidir (B. No: 2012/1181, 7/11/2013, § 26).
34. Başvurucu 29/4/2013
tarihli başvuru dilekçesinde adli yardım talebinde bulunmuş ve yargılama
giderlerini ödeme gücünden yoksun olduğuna dair fakirlik kağıdı kapsamında
Diyarbakır 3. İdare Mahkemesince verilen adli yardım talebinin kabulüne dair
28/3/2011 tarihli ara karar başvuru formu ekinde ibraz edilmiştir. Bu belge ve
karar kapsamında geçimini önemli ölçüde zor duruma düşürmeksizin yargılama
giderlerini ödeme gücünden yoksun olduğu anlaşılan başvurucunun, adli yardım
talebinin kabulüne karar verilmesi gerekir.
2. Kabul Edilebilirlik Yönünden
a. Hakkaniyete Uygun Yargılanma Hakkı ve Makul
Sürede Yargılanma Hakkının İhlali İddiası
35. Başvuru formu ile eklerinin
incelenmesi sonucunda, açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul
edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı
anlaşılan başvurunun bu kısmının kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi
gerekir.
b.
Tarafsız Mahkemede Yargılanma Hakkının İhlali İddiası
36. Başvurucu, idare tarafından
sunulan ve kendisine tebliğ edilmeyen belgelere göre karar veren Mahkemenin
tarafsız olmadığını iddia etmiştir.
37. Adalet Bakanlığı görüşünde,
başvurucunun tarafsız mahkemede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiası
hakkında görüş bildirilmemiştir.
38. Sözleşmenin 6. maddesinde
açıkça, adil yargılanma hakkının bir unsuru olarak, davanın tarafsız bir
mahkemede görülmesini isteme hakkından söz edilmiştir. Anayasa’nın 36.
maddesinde mahkemelerin tarafsızlığından açıkça bahsedilmemekle beraber,
Anayasa Mahkemesi içtihadı uyarınca, bu hak da adil yargılanma hakkının zımni
bir unsurudur (AYM, E. 2002/170, K. 2004/54, K.T. 5/5/2004).
Ayrıca, mahkemelerin tarafsızlığı ve bağımsızlığının birbirini tamamlayan iki
unsur olduğu nazara alındığında, Anayasa’nın bütünselliği ilkesi gereği,
Anayasanın 138., 139. ve 140. maddelerinin de tarafsız
bir mahkemede yargılanma hakkının değerlendirilmesinde göz önünde
bulundurulması gerektiği açıktır (AYM, E. 2005/55, K. 2006/4, K.T. 5/1/2006; E.
1992/39, K. 1993/19, K.T. 29/4/1993).
39. Genel olarak tarafsızlık,
davanın çözümünü etkileyecek bir önyargı, tarafgirlik ve menfaate sahip
olunmaması ve davanın tarafları karşısında ve onların leh ve aleyhlerinde bir
düşünce veya menfaate sahip olunmamasını ifade eder.
40. Tarafsızlığın öznel ve
nesnel olmak üzere iki boyutu olup, bu kapsamda hâkimin birey olarak, mevcut
davadaki kişisel tarafsızlığının yanı sıra, kurum olarak mahkemenin kişide
bıraktığı izlenimin de dikkate alınması gerekmektedir (AYM, E. 2005/55, K.
2006/4, K.T.5/1/2006).Yargılamayı yürüten mahkeme
üyelerinin taraflardan biriyle veya anlaşmazlık konusu ile maddi veya manevi
yakın bir bağının bulunması veya yargılama sürecinde sarf ettiği ifadeleri ile
tarafsız olamayacağı yönünde meşru bir kanaat uyandırması, bunun yanı sıra
davadan önce dava ile doğrudan bağlantılı bir konumda bulunması da tarafsızlığı
ihlal edebilir. Ancak, belirli bir uyuşmazlıkta yargılamayı yürüten hâkimin
taraflardan birine yönelik önyargılı ve taraflı bir tutumunun, kişisel bir
kanaatinin veya menfaatinin, bu bağlamda kişisel bir taraflılığının söz konusu
olduğunu ortaya koyan bir delil bulunmadığı ve bu husus kanıtlanmadığı
müddetçe, tarafsız olduğunun bir karine olarak varsayılması zorunludur. Bunun
yanı sıra, yargılama makamının tarafsızlığına ilişkin herhangi bir meşru kaygı
veya korkuyu bertaraf edecek yeterli güvenceleri sunması da gerekmekte olup, bu
husus tarafsızlığın nesnel boyutuna işaret etmektedir (Benzer yöndeki AİHM
kararları için bkz. Gregory/Birleşik Krallık, B. No. 22299/93, 25/02/1997, §§ 43–49; Fey/Avusturya,
B. No. 14396/88, 24/2/1993, §§ 28–36; Hauschildt/Danimarka, B. No. 10486/83, 24/5/1989, §§
46–48; McGonnell/Birleşik Krallık, B. No.28488/95,
08/2/2000, §§ 55–57).
41. Başvuruya konu yargılamada,
başvurucunun talebinin 5233 sayılı Kanun kapsamında kabul edilip edilmeyeceği
noktasında derece mahkemelerinin Danıştay tarafından ihdas edilen nesnel
güvenlik kaygısı ölçütünden hareket ettikleri ve bu hususun saptanması için
idare ile başvurucu tarafından sunulan belgeleri değerlendirmek suretiyle söz
konusu yerleşim yerinde nesnel güvenlik kaygısının oluşmadığından hareketle
başvurucunun talebinin reddine karar verildiği, bu kapsamda başvuruya konu
yargılama faaliyeti açısından, ilgili usul hükümleri uyarınca yargılama
faaliyetini devam ettiren yargılama makamlarının tarafların adil yargılanmaya
ilişkin meşru beklentileri üzerinde menfi etkide bulunacak bir izlenime sahip
olmadığı gibi, hâkimin tarafsızlığına ilişkin karineyi ortadan kaldıracak
şekilde, yargılamayı yürüten hâkimin taraflardan birine yönelik önyargılı ve
taraflı bir tutumunun, kişisel bir kanaatinin veya menfaatinin, bu bağlamda
kişisel bir taraflılığının söz konusu olduğunu ortaya koyan bir bulgu da
saptanmadığı anlaşılmakla, başvurunun bu kısmının “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle kabul edilemez
olduğuna karar verilmesi gerekir.
c. Eşitlik İlkesinin İhlali İddiası
42. Başvurucu, 5233 sayılı Kanun
kapsamında yaptığı giderim talebinin, mukim olduğu köyün tamamen boşaltılmamış
olması gerekçesiyle reddedildiğini ancak, belirtilen köyde yaşayan bir kısım
müracaat sahibine bahse konu Kanun kapsamında ödemede bulunulduğunu belirterek,
Anayasa’nın 10. maddesinde tanımlanan hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.
43. Anayasa’nın 148. maddesinin
üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun’un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrası
hükümlerine göre, Anayasa Mahkemesine yapılan bir bireysel başvurunun esasının
incelenebilmesi için, kamu gücü tarafından müdahale edildiği iddia edilen
hakkın Anayasa’da güvence altına alınmış olmasının yanı sıra Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi (Sözleşme) ve Türkiye’nin taraf olduğu ek protokollerinin
kapsamına da girmesi gerekir. Bir başka ifadeyle, Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı
dışında kalan bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun kabul edilebilir
olduğuna karar verilmesi mümkün değildir (B. No: 2012/1049, 26/3/2013,
§ 18) Bu nedenle, bireysel başvuru kapsamındaki hakların içeriğinin tespit
edilmesinde Anayasa ve Sözleşme hükümlerinin birlikte değerlendirilmesi ve
ortak koruma alanının tespit edilmesi gerekir.
44. Anayasa’nın “Kanun önünde eşitlik” kenar başlıklı 10.
maddesinin birinci ve beşinci fıkraları şöyledir:
“Herkes, dil, ırk, renk,
cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle
ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
…
Devlet organları ve idare makamları bütün
işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek
zorundadırlar.”
45. Sözleşme’nin “Ayrımcılık yasağı” kenar başlıklı 14.
maddesi şöyledir:
“Bu Sözleşme’de tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanma,
cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal veya diğer kanaatler, ulusal veya
toplumsal köken, ulusal bir azınlığa aidiyet, servet, doğum başta olmak üzere
herhangi başka bir duruma dayalı hiçbir ayrımcılık gözetilmeksizin sağlanmalıdır.”
46. Yukarıda yer verilen
hükümler göz önünde bulundurulduğunda, başvurucunun ayrımcılık yasağı
kapsamında incelenmesi gereken iddiasının, soyut olarak değerlendirilmesi
mümkün olmayıp, Anayasa ve AİHS kapsamında yer alan diğer temel hak ve özgürlüklerle
bağlantılı olarak ele alınması gerekir (B. No: 2012/1049, 26/3/2013,
§ 33).
47. Bununla birlikte, bireysel
başvuru incelemesinde ayrımcılık yasağının bağımsız bir koruma işlevinin
olmaması, bu yasağın genişletici bir yoruma tabi tutulmasına engel teşkil
etmemektedir. Anayasal bir hakkın ihlal edildiği iddiası tek başına
incelendiğinde o hakkın ihlal edilmediği kanaatine varılabilirse de bu durum, o
hakka ilişkin ayrımcı bir uygulamanın incelenmesine engel değildir. Bu
çerçevede, ilgili temel hak ve özgürlük ihlal edilmemiş olsa da o hakla ilgili
bir konuda sergilenen ayrımcı tutumun, Anayasa’nın 10. maddesini ihlal ettiği
sonucuna ulaşılabilir (B. No: 2012/606, 20/2/2014, §
48).
48. Ayrımcılık yasağının ihlal
edilip edilmediğinin tartışılabilmesi için, kural olarak kişinin hangi temel
hak ve özgürlüğü konusunda, ayrıca hangi temele dayalı olarak ayrımcılığa maruz
kaldığının tespiti gerekir. Ayırımcılık iddiasının ciddiye alınabilmesi için
başvurucunun, kendisiyle benzer durumdaki başka kişilere yapılan muamele ile
kendisine yapılan muamele arasında bir farklılığın bulunduğunu ifade etmesi
yeterli olmayıp, ayrıca bu farklılığın meşru bir temeli olmaksızın ırk, renk,
cinsiyet, din, dil vb. bir ayrımcılık temeline dayandığını makul delillerle ortaya
koyması gerekir. Somut olayda başvurucu tarafından, 5233
sayılı Kanun kapsamında yapılmış olan benzer bazı müracaatlarda tazminat
ödenmesine hükmedildiğinden bahisle kendisinin ayırımcılığa maruz kaldığı
belirtilmiş olmakla beraber, kendisine hangi temele dayalı olarak ayırımcılık
yapıldığına ilişkin herhangi bir beyanda bulunmadığı gibi, belirtilen iddiasını
temellendirecek herhangi bir somut bulgu ve kanıt da sunmamış olduğu
anlaşılmakla, başvurunun bu kısmının “açıkça
dayanaktan yoksun olması” nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar
verilmesi gerekir.
3. Esas Yönünden
49. Başvurucunun, başvuruya konu
köyün tamamen boşalmış olup olmadığı hususunda tespitler içeren ve idarece
sunulan belgelerin kendisine tebliğ edilmeksizin yargılamada kullanıldığı, Mahkeme
kararlarının yeterli gerekçe ihtiva etmediği, başvurusuna ilişkin idari süreç
ile yargılama prosedürünün makul sürede
sonuçlandırılmadığı ve 5233 sayılı Kanun kapsamında yaptığı başvurunun, oğlunun
terör örgütü mensuplarınca öldürüldüğü olgusu göz ardı edilerek, Mahkemece
mukim olduğu köyün tamamen boşaltılmamış olduğu şeklindeki hatalı kabulden
hareketle reddedildiği yönündeki iddiaları nazara alınarak, başvurucunun adil
yargılanma hakkı kapsamındaki iddialarının, makul sürede yargılanma hakkı ve yargılamanın
hakkaniyete uygunluğu açısından değerlendirilmesi uygun görülmüştür.
a. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlali
İddiası
50. Başvurucu, 5233 sayılı Kanun
kapsamında ileri sürdüğü giderim talebinin değerlendirilmesi hususundaki idari
süreç ve yargılama prosedürünün makul sürede
sonuçlandırılmaması nedeniyle, Anayasa’nın 36. maddesinde tanımlanan makul
sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.
51. Adalet Bakanlığı görüşünde,
AİHM ve Anayasa Mahkemesi içtihadında yer alan makul sürede yargılanma hakkına
ilişkin kriterlere atıfta bulunularak, somut başvuru
sürecinin yaklaşık dört yıl yedi aylık kısmının komisyon nezdinde, bir yıl
dokuz aylık bölümünün ise yargılama makamları önünde geçtiğinin ve özellikle
5233 sayılı Kanun kapsamında ilgili Komisyonlara yapılan başvuru yoğunluğunun
nazara alınması gerektiği bildirilmiştir.
52. Anayasa’nın 148. maddesinin
üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun’un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrası
hükümlerine göre, Anayasa Mahkemesine yapılan bir bireysel başvurunun esasının
incelenebilmesi için, kamu gücü tarafından müdahale edildiği iddia edilen
hakkın Anayasa’da güvence altına alınmış olmasının yanı sıra Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi (Sözleşme) ve Türkiye’nin taraf olduğu ek protokollerinin
kapsamına da girmesi gerekir. Bir başka ifadeyle, Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı
dışında kalan bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun kabul edilebilir
olduğuna karar verilmesi mümkün değildir (B. No: 2012/1049, 26/3/2013,
§ 18).
53. Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” kenar başlıklı 36.
maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, meşru vasıta
ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı
olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”
54. Anayasa’nın “Duruşmaların açık ve kararların gerekçeli olması”
kenar başlıklı 141. maddesinin dördüncü fıkrası şöyledir:
“Davaların en az
giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması, yargının görevidir.”
55. Sözleşme’nin “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6.
maddesinin ilgili kısmı şöyledir:
“Herkes medeni hak ve
yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen
suçlamalar konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız
bir mahkeme tarafından davasının makul bir
süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme
hakkına sahiptir.”
56. Sözleşme metni ile AİHM
kararlarından ortaya çıkan ve adil yargılanma hakkının somut görünümleri olan
alt ilke ve haklar, esasen Anayasa’nın 36. maddesinde yer verilen adil
yargılanma hakkının da unsurlarıdır. Anayasa Mahkemesi de Anayasa’nın 36.
maddesi uyarınca inceleme yaptığı bir çok kararında, ilgili hükmü Sözleşme’nin
6. maddesi ve AİHM içtihadı ışığında yorumlamak suretiyle, gerek Sözleşme’nin
lafzi içeriğinde yer alan gerek AİHM içtihadıyla adil yargılanma hakkının
kapsamına dâhil edilen ilke ve haklara, Anayasa’nın 36. maddesi kapsamında yer
vermektedir (B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 38).
57. Somut başvurunun dayanağını
oluşturan makul sürede yargılanma hakkı da yukarıda belirtilen ilkeler uyarınca
adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil olup, ayrıca davaların en az giderle
ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu belirten
Anayasa’nın 141. maddesinin de, Anayasa’nın bütünselliği ilkesi gereği, makul
sürede yargılanma hakkının değerlendirilmesinde göz önünde bulundurulması
gerektiği açıktır (B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 39).
58. Makul sürede yargılanma
hakkının amacı, tarafların uzun süren yargılama faaliyeti nedeniyle maruz
kalacakları maddi ve manevi baskı ile sıkıntılardan korunması ile adaletin
gerektiği şekilde temini ve hukuka olan inancın muhafazası olup, hukuki
uyuşmazlığın çözümünde gerekli özenin gösterilmesi gereği de yargılama
faaliyetinde göz ardı edilemeyeceğinden, yargılama süresinin makul olup
olmadığının her bir başvuru açısından münferiden değerlendirilmesi gerekir (B.
No: 2012/13, 2/7/2013, § 40).
59. Davanın karmaşıklığı,
yargılamanın kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama
sürecindeki tutumu ve başvurucunun davanın hızla sonuçlandırılmasındaki
menfaatinin niteliği gibi hususlar, bir davanın süresinin makul olup
olmadığının tespitinde göz önünde bulundurulması gereken kriterlerdir (B. No:
2012/13, 2/7/2013, §§ 41–45).
60. Ancak, belirtilen kriterlerden hiçbiri makul süre değerlendirmesinde tek
başına belirleyici değildir. Yargılama sürecindeki tüm gecikme periyotlarının
ayrı ayrı tespiti ile bu kriterlerin toplam etkisi değerlendirilmek suretiyle,
hangi unsurun yargılamanın gecikmesi açısından daha etkili olduğu saptanmalıdır
(B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 46).
61. Yargılama faaliyetinin makul
sürede gerçekleşip gerçekleşmediğinin saptanması için, öncelikle uyuşmazlığın
türüne göre değişebilen, başlangıç ve bitiş tarihlerinin belirlenmesi
gereklidir.
62. Anayasa’nın 36. maddesi ve
Sözleşme’nin 6. maddesi uyarınca, medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin
uyuşmazlıkların makul sürede karara bağlanması gerekir. Hukuk sisteminde yer
alan mevzuat hükümleri gereğince “kamu
hukuku” alanına dâhil olan, ancak sonucu itibarıyla özel nitelikteki
haklar ve yükümlülükler üzerinde belirleyici olan uyuşmazlıkları konu alan
davalar da, Anayasa’nın 36. maddesi ve Sözleşme’nin 6. maddesinin koruması
kapsamına girmektedir. Bu anlamda, belirtilen düzenlemelerde yer verilen
güvenceler, başvurucunun haklarına zarar verdiği iddia edilen idari bir karar
aleyhine açılan davalara da uygulanacaktır. Başvuruya konu sürecin, 5233 sayılı
Kanun kapsamında ileri sürülen bir tazmin talebine ilişkin olduğu görülmekle,
medeni hak ve yükümlülükleri konu alan bir yargılamanın söz konusu olduğunda
kuşku yoktur (B. No: 2012/1198, 7/11/2013, § 44).
63. Medeni hak ve
yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin makul süre değerlendirmesinde,
sürenin başlangıcı kural olarak, uyuşmazlığı karara bağlayacak yargılama
sürecinin işletilmeye başlandığı, başka bir deyişle davanın ikame edildiği
tarih olmakla beraber, bazı özel durumlarda girişimin niteliği göz önünde
tutularak uyuşmazlığın ortaya çıktığı daha önceki bir tarih başlangıç tarihi
olarak kabul edilebilmektedir Somut başvuru açısından benzer bir durum söz
konusu olup, makul süre değerlendirmesinde nazara alınacak zaman diliminin
başlangıç tarihi, başvurucu tarafından 5233 sayılı Kanun kapsamında tazminat
talebinin Komisyona iletildiği 3/1/2006 tarihidir (B.
No: 2012/1198, 7/11/2013, § 45). Sürenin bitiş tarihi ise, çoğu zaman icra
aşamasını da kapsayacak şekilde yargılamanın sona erme tarihi olup, somut
başvuru açısından bu tarih, Komisyon kararı aleyhine başlatılan yargısal
süreçte verilen nihai karar olan, başvurucunun karar düzeltme talebinin reddine
dair Danıştay 15. Dairesinin E.2012/10867, K.2012/14757 sayılı karar tarihi
olan 25/12/2012 tarihidir.
64. 5233 sayılı Kanun’un geçici
1. maddesinde komisyonlara yapılan başvuruların başvuru tarihinden itibaren iki
yıl içinde sonuçlandırılacağı, anılan Kanun’un geçici 4. maddesinde belirtilen
sürenin bitmesi ve başvuruların sonuçlandırılamamış olması halinde, Bakanlar
Kurulunun bu süreyi her defasında bir yılı aşmamak üzere uzatabileceği kurala
bağlanmıştır. Bu kapsamda yapılan başvuruların sonuçlandırılma süresi, son
olarak 20/7/2013 tarih ve 28713 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 24/6/2013 tarih ve 2013/5034 sayılı
Bakanlar Kurulu Kararı Eki Kararın 1. maddesiyle, 2/4/2012 tarih ve 2012/2996
sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile uzatılan sürenin bitiminden itibaren bir yıl
uzatılmıştır. Ancak söz konusu süreler hak düşürücü nitelikte olmayıp,
düzenleyici niteliktedir (B. No:2013/3007, 6/2/2014, §
61-62).
65. İdari karar alma ve
yargılama sürecinin uzamasında yetkili makamlara atfedilebilecek gecikmeler,
işlemlerin süratle sonuçlandırılması hususunda gerekli özenin
gösterilmemesinden kaynaklanabileceği gibi, yapısal sorunlar ve organizasyon
eksikliğinden de ileri gelebilir. Zira Anayasa’nın 36. maddesi devlete, hukuk
sisteminin, idari başvuruları ve davaları makul bir süre içinde karara bağlama
yükümlülüğü de dâhil olmak üzere adil yargılama koşullarını yerine
getirebilecek biçimde düzenlenmesi sorumluluğunu yüklemektedir (B. No: 2012/13,
2/7/2013, § 44). Bu kapsamda, personel ve yargıç
sayısındaki yetersizlik ve iş yükü yoğunluğu nedeniyle yargılamada makul
sürenin aşılması durumunda da yetkili makamların sorumluluğu gündeme
gelebilmektedir (B. No:2012/1198, 7/11/2013, § 55).
66. Bununla birlikte, idari veya
yargısal bir karar organına yapılan başvuru sayısında öngörülemeyecek düzeyde
geçici ve olağanüstü bir artış olması nedeniyle, başvuruların birikmesine bağlı
olarak meydana gelen gecikmelerin, zamanında ve yeterli tedbirlerin alınması
koşuluyla, makul sürede yargılanma hakkı açısından devletin sorumluluğunu
doğurduğu söylenemez (B. No:2013/3007, 6/2/2014, §
61-62).
67. Yukarıda belirtilen ilkeler
(§ 53, 59-60) çerçevesinde, 5233 sayılı Kanun uyarınca oluşturulan mekanizmada
yaşanan gecikmelerin makul sürede yargılanma hakkının ihlaline yol açıp
açmadığı konusunda bir karara varabilmek için, 5233 sayılı Kanun ile kurulan bu
mekanizmanın etkili bir şekilde işlemesi noktasında kamu makamlarının yeterli
çabayı gösterip göstermediklerinin ve gerekli önlemleri alıp almadıklarının
ortaya konulması gerekir.
68. 5233 sayılı Kanun kapsamında
ileri sürülen tazminat taleplerinin makul süre içerisinde karşılanmadığı
hususundaki başvurular daha önce Anayasa Mahkemesi tarafından inceleme konusu
yapılmış ve belirtilen Kanun’un yürürlüğe girmesinden sonra Ekim 2012 tarihine
kadar tüm komisyonlara toplam 361.279 başvuru yapıldığı, bu başvurulardan
307.789’unun karara bağlandığı, yine bu tarih itibarıyla, ülke genelinde
kurulan toplam 105 komisyondan 66’sının çalışmasını tamamladığı ve 39
komisyonun çalışmaya devam ettiği, 5233 sayılı Kanun’un 2. maddesi uyarınca,
tazminat komisyonlarının 12/4/1991 tarih ve 3713 sayılı Terörle Mücadele
Kanunu’nun 1., 3. ve 4. maddeleri kapsamına giren
eylemler veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle zarar
gören gerçek kişiler ile özel hukuk tüzel kişilerinin maddî zararlarının sulhen karşılanması amacıyla kurulduğu ancak, komisyonlara
gelen başvuruların büyük çoğunluğunu 5233 sayılı Kanun’un geçici 1. maddesine
dayalı olarak 1987-2004 yılları arasında gerçekleşen aynı kapsamdaki eylem ve
faaliyetler nedeniyle oluşan zararların tazmini amacıyla yapılan başvuruların
oluşturduğu, belirtilen Kanun’un yürürlüğe girmesiyle birlikte belirtilen
döneme ilişkin olarak çok sayıda başvurunun yapıldığı, 5233 sayılı Kanun’un
geçici 1. maddesi ile bu döneme ilişkin başvuruların anılan Kanun’un yürürlüğe
girmesinden itibaren 1 yıl içinde yapılabileceğinin belirtilmesine rağmen bu
sürenin son olarak 5233 sayılı Kanun’a 5666 sayılı Kanun ile eklenen geçici 4.
madde ile 30/5/2008 tarihine kadar uzatıldığı, dolayısıyla komisyonlara belirli
bir dönem çok sayıda başvuru yapılmakla beraber, söz konusu başvuru
yoğunluğunun devam etmesinin mümkün olmadığı tespitlerine yer verilmiştir.
Ayrıca, 5233 sayılı Kanun kapsamında yapılan başvurularda ilgili komisyonların
anılan Kanun’un 7. ve 8. maddeleri uyarınca karşılanacak zararları tespit
ettiği, bu kapsamda her bir başvuruda yapılan talebe bağlı olarak, uğranılan
zararların tespiti amacıyla keşifler yaptığı, ayrı ayrı ziraat, kadastro,
inşaat vb. teknik bilirkişi raporları alındığı, başvurucuların taşınmazlarının
değerini ve bu taşınmazlardan tarım arazisi niteliğinde olanların özelliklerine
bağlı olarak gelirlerinin hesapladığı, bu nedenle toplamda 360.000’in üzerinde
başvuru için çok değişken ve ayrıntılı hesaplamalar yapılmak suretiyle her bir
başvurucunun zararlarının tespiti amacıyla yürütülen bu işlemlerin komisyonlar
açısından oldukça karmaşık ve zaman alıcı olduğuna işaret edilmiştir (B.
No:2013/3007, 6/2/2014, § 66-69).
69. Bu kapsamda, 5233 sayılı
Kanun uygulamasıyla ilgili olarak ve somut başvuruya benzer mahiyette Batman
ili itibarıyla yapılan başvurular hakkında yapılan bireysel başvurular
kapsamında, Batman ilinde anılan Kanun’un 4. maddesi uyarınca bir komisyon
kurulduğu, başvuru sayısının çokluğu nedeniyle 3/2/2006
tarihinde komisyon sayısının 4’e kadar çıkarıldığı, 17/8/2010 tarihine kadar 4
komisyon halinde çalışıldığı, kurulan komisyonlara toplam 18.450 başvuru
yapıldığı, 5233 sayılı Kanun’un yürürlük tarihi olan 27/7/2004 tarihinden
29/9/2005 tarihine kadar yaklaşık 8.000 başvuru yapıldığı, Komisyona 2004 yılı
öncesi olaylara ilişkin 30/5/2008 tarihine kadar başvuru yapılabildiği, bu
tarihten sonra 5233 sayılı Kanun kapsamında sadece yeni ortaya çıkan olaylara
ilişkin başvuru yapılabileceği, dolayısıyla toplam başvuru sayısındaki artışın
çok sınırlı olduğu, 10/1/2014 tarihi itibarıyla yapılan toplam 18.450
başvurudan 18.410’unun karara bağlandığı, bu nedenle Komisyon sayısının bire
düşürüldüğü ve sadece 39 başvurunun komisyon önünde derdest olduğu
belirlenmiştir. Sonuç olarak Komisyonlara belirli bir dönem çok yoğun başvuru
yapıldığı ancak 30/5/2008 tarihinden sonra başvuru
sayısında çok sınırlı bir artış gerçekleştiği ve Komisyonların bu tarihten
sonra mevcut başvuruların karara bağlanması için çalışmakta olduğu, başvuru
sayısının çok yüksek olduğu dönemlerde Batman örneğinde görüldüğü üzere illerde
kurulan komisyonların sayısının arttırıldığı, iş yükünün erimesi sonrasında bu
sayının düşürüldüğü ve işi biten komisyonların kapatıldığı, bu kapsamda hem
ülke genelinde hem de Batman Zarar Tespit Komisyonu nezdinde az sayıda karara
bağlanmamış başvurunun bulunduğu tespit edilmiştir (B. No:2013/3007, 6/2/2014,
§ 70-72).
70. Somut başvuru açısından,
başvurucu tarafından 3/1/2006 tarihinde Komisyona
yapılan müracaat sonrasında, 5233 sayılı Kanun’un öngördüğü usul uyarınca keşif
ve bilirkişi incelemelerini de içeren bir kısım işlemin yapılması sonrasında,
27/8/2010 tarihinde başvurucunun talebinin reddedildiği, belirtilen ret kararı
aleyhine 24/3/2011 tarihinde başlatılan yargılama sürecinin ise başvurucunun
karar düzeltme talebinin reddine dair Danıştay 15. Dairesinin 25/12/2012 tarih
ve E.2012/10867, K.2012/14757 sayılı kararı ile tamamlandığı, bu kapsamda makul
sürede yargılanma hakkı kapsamında nazara alınması gereken toplam sürenin
yaklaşık yedi yıllık bir zaman dilimi olduğu anlaşılmaktadır.
71. Başvurucunun 5233 sayılı
Kanun kapsamında ileri sürdüğü tazmin talebinin değerlendirilmesinin yaklaşık
yedi yıllık bir süreci kapsadığı görülmekle birlikte, yukarıda yer verilen
tespitler çerçevesinde (§ 62-63), karara bağlanan başvuru sayısı, her bir
başvuru kapsamında ayrı ayrı yürütülmesi gereken işlemler, Komisyonların
yürüttüğü işlemlerin yerine getirilebilmesi için sadece belirli niteliklere
sahip kişilerin komisyon üyesi olabilmesi ve bu komisyon üyelerinin yarı zamanlı
görev alan kamu görevlileri olmaları dikkate alındığında bir il içinde kurulan
komisyon sayısının belirli bir sayının üzerinde arttırılmasının mümkün
olmadığı, somut olay açısından da başvurucunun öznel durumunun
değerlendirilmesi için keşif ve bilirkişi incelemesi de dâhil olmak üzere bir
dizi idari tahkikatın yapılmış olduğu, idari başvuru sonrasındaki yargısal
sürecin ise iki dereceli bir yargılama prosedüründe
bir yıl dokuz aylık bir süreçte tamamlandığı ve başvurunun karara bağlanmasında
yaşanan gecikmenin esasen Komisyona daha önce yapılmış diğer başvuruların
incelenmesi nedeniyle ortaya çıktığı, bu çerçevede geçici olarak ortaya çıkan
iş yükü artışının yapısal bir soruna dönüştüğü ancak, kamu makamlarının ilgili
prosedürün işletilmesi noktasında gerekli tedbirlere başvurduğu dikkate
alındığında, başvuruya konu talebin karara bağlanması hususunda geçen yaklaşık
yedi yıllık süreçte, uyuşmazlığın karara bağlanması konusunda kamu
otoritelerine ve özellikle yargılama organlarına atfedilebilecek bir gecikmenin
olduğu tespit edilmediğinden, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan
makul sürede yargılanma hakkının ihlal edilmediğine karar verilmesi gerekir.
b. Hakkaniyete Uygun Yargılanma Hakkının İhlali
İddiası
72. Başvurucu idare tarafından
sunulan belgeler kendisine tebliğ edilmeksizin, ilk derece mahkemesi tarafından
hükme esas alındığını belirterek, çelişmeli yargılama ilkesinin ihlal
edildiğini iddia etmiştir.
73. Adalet Bakanlığı görüşünde,
başvurucunun davaya katılma hakkına riayet edildiği, haklarını savunabilmek
için kendi görüşlerini sunmasına imkân tanındığı ve bu çerçevede konuya ilişkin
iddialarının Mahkeme tarafından dinlenerek incelendiği belirtilmiştir.
74. Adil yargılanma hakkının
unsurlarından olan çelişmeli yargılama ilkesi, taraflara dava malzemesi
hakkında bilgi sahibi olma ve yorum yapma hakkının tanınmasını ve bu nedenle
tarafların yargılamanın bütününe aktif olarak katılmasını gerektirmektedir (B.
No: 2013/4424, 6/3/2013,§ 21). Bu ilke ve bu ilkeyle
bağlantılı olan yargılamaya etkin katılım hakkı, adil yargılanma hakkının somut
görünümleridir. Anayasa Mahkemesi de Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca inceleme
yaptığı bir çok kararında, ilgili hükmü Sözleşmenin 6. maddesi ve AİHM içtihadı
ışığında yorumlamak suretiyle, gerek Sözleşme’nin lafzi içeriğinde yer alan
gerek AİHM içtihadıyla adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil edilen bu ilke
ve haklara, Anayasa’nın 36. maddesi kapsamında yer vermektedir (B. No: 2012/13,
2/7/2013,§ 38).
75. Çelişmeli yargılama hakkı
kapsamında, mahkemece tarafların dinlenilmemesi, iddialarını sunma ve delillere
karşı çıkma imkânı verilmemesi, yargılama faaliyetinin hakkaniyete aykırı hale
gelmesine neden olabilecektir (Benzer yöndeki AİHM kararları için bkz. Ruiz-Mateos/Spain, B. No:
12952/87, 23/06/1993, § 63; Feldbrugge/Netherlands, B.
No: 8562/79, 29/05/1986, § 44). Çelişmeli yargılama ilkesi, silahların eşitliği
ilkesi ile de yakından ilişkili olup, bu iki ilke birbirini tamamlar
niteliktedir. Zira çelişmeli yargılama ilkesinin ihlal edilmesi durumunda,
davasını savunabilmesi açısından taraflar arasındaki denge bozulacaktır.
Çelişmeli yargılamanın medeni haklara ilişkin davalarda da kabul ediliyor
olması, medeni bir hakka ilişkin yargılamada da tarafların duruşmada hazır bulunmasını,
daha genel bir ifade ile, yargılamanın bütününe aktif
olarak katılmalarını ve bu kapsamda yargılama evrakına ulaşma ve bunlar
hakkında yorum yapma imkânının da kendilerine tanınmasını ifade etmektedir (B.
No: 2013/4424, 6/3/2013,§ 21).
76. Somut başvuru açısından,
başvuruya konu tazminat talebinin 5233 sayılı Kanun kapsamında karşılanıp
karşılanmayacağı noktasında Danıştay tarafından ihdas edilen içtihaî kriter olan “yerleşim yerinin tamamen boşalmış/boşaltılmış olması”
ölçütünden yararlanıldığı, bu hususun tespiti için de bir kısım idari
birimlerden gelen tahkikat sonuçlarına dayanıldığı, bu belgelerin Batman İl
Jandarma Komutanlığının 25/3/2011 tarihli boşalan ve boşaltılan köylere ilişkin
yazısı, aynı birimin 1/10/2009 tarihli yazısı ve ekli 17/11/2009 tarihli
tutanağı ile Sason ilçe Seçim Kurulu Başkanlığının 4/9/2009 tarihli yazıları
olduğu anlaşılmaktadır. Batman İdare Mahkemesinin 20/1/2014
tarihli yazısında, söz konusu yerleşim yerine dair Mahkeme nezdindeki dosya
sayısının fazlalığı nedeniyle pilot dava uygulamasının yapıldığının
belirtildiği görülmektedir. Başvurucu tarafından, belirtilen belgeler kendisine
tebliğ edilmeksizin ve bu belgelere karşı savunma yapma imkanı
tanınmaksızın hükme esas alındığı iddia edilmekle birlikte, belirtilen belge
içeriklerinin ilk derece mahkemesi kararına aktarıldığı ve bu kapsamda söz
konusu yerleşim yerinin tamamen boşalmasının ya da boşaltılmasının söz konusu
olmadığı, bu nedenle köy halkının yerleşim yerini terk etmelerine neden
olabilecek nesnel bir güvenlik kaygısının yaşanmadığı sonucuna varıldığı, bu
suretle ilgili belgeler ve içeriklerine en geç ilk derece mahkemesi kararıyla
vakıf olduğu anlaşılan başvurucunun, gerek temyiz gerek karar düzeltme talep
dilekçelerinde bu belgeler ışığında yapılan tespitlere karşı itiraz ve
savunmalarını ileri sürme imkânının bulunduğu, başvurucu tarafından biraz
edilen delil ve beyan dilekçeleri kapsamında mahkemece, idare ve başvurucu
tarafından sunulan belgeler değerlendirilerek, başvurucuya dava malzemesine ilişkin
olarak tetkik ve beyanda bulunma olanağının tanındığı, bu çerçevede başvuru
dosyası kapsamından, başvurucunun yargılamanın sonucunu etkileyecek usuli bir imkandan mahrum bırakılmadığı anlaşılmaktadır.
77. Başvurucu ayrıca, mahkeme
kararlarında talep sonucuna etki eden hususlara dair yeterli gerekçeye yer
verilmediğini iddia etmiştir.
78. Adalet Bakanlığı görüşünde,
mahkeme kararlarında tarafların tüm iddialarına cevap verme zorunluluğu
bulunmadığı ve somut yargılama açısından, ilk derece mahkemesinin üç sayfalık
gerekçeli kararında davayı neden reddettiğini ve delilleri ne şekilde takdir
ettiğini dayanaklarıyla ortaya koyduğu, kanun yolu mercii tarafından da, usul
ve yasaya uygun olan hükmün onanmasına karar verildiği belirtilmiştir.
79. Gerekçeli karar hakkı adil
yargılanma hakkının somut görünümlerinden biridir (B.No.
2013/1213, 4/12/2013, § 25).
80. Mahkeme kararlarının
gerekçeli olması, kanun yoluna başvurma olanağını etkili kullanabilmek ve
mahkemelere güveni sağlamak açısından, hem tarafların hem kamunun menfaatini
ilgilendirmekte olup, kararın gerekçesi hakkında bilgi sahibi olunmaması, kanun
yoluna müracaat imkânını da işlevsiz hale getirecektir. Bu nedenle mahkeme
kararlarının dayanaklarının yeteri kadar açık bir biçimde gösterilmesi
zorunludur (B.No. 2013/1780, 20/3/2014,
§ 67).
81. Mahkeme kararlarının
gerekçeli olması adil yargılanma hakkının unsurlarından birisi olmakla beraber,
bu hak yargılamada ileri sürülen her türlü iddia ve savunmaya ayrıntılı şekilde
yanıt verilmesi şeklinde anlaşılamaz. Bu nedenle, gerekçe gösterme
zorunluluğunun kapsamı kararın niteliğine göre değişebilir. Bununla birlikte
başvurucunun ayrı ve açık bir yanıt verilmesini gerektiren usul veya esasa dair
iddialarının cevapsız bırakılmış olması bir hak ihlaline neden olacaktır. Bunun
yanı sıra, kanun yolu mahkemelerince verilen karar gerekçelerinin ayrıntılı
olmaması da bu hakkın ihlal edildiği şeklinde yorumlanmamalıdır. Kanun yolu
mahkemelerince verilen bu tür kararların, ilk derece mahkemesi kararlarında yer
verilen gerekçelerin kabul edilmiş olduğu şeklinde yorumlanması uygun olup, bu
durumda, üst dereceli mahkeme tarafından önceki mahkeme kararının gerekçesinin
benimsendiği kabul edilmelidir (B.No. 2013/1213, 4/12/2013, § 26)
82. Başvuru konusu olayda,
başvurucunun talebinin 5233 sayılı Kanun kapsamında kabul edilip edilmeyeceği
noktasında derece mahkemelerinin Danıştay tarafından ihdas edilen nesnel
güvenlik kaygısı ölçütünden hareket ettikleri, bu hususun saptanması noktasında
ise söz konusu yerleşim yerinin tamamen boşalmış/boşaltılmış olup olmadığının
çeşitli idari kurumlar tarafından tanzim edilen tutanak ve belgeler kapsamında
değerlendirildiği, başvurucunun söz konusu yerleşim yerinin boşalan/boşaltılan
yerlerden olduğu iddiasını dayandırdığı belgelerin ve özellikle söz konusu
yerleşim yerinin tamamen boşaldığı noktasında bir kısım köy muhtarlarının,
azalarının, köy halkının ve jandarma görevlilerinin imzalarını taşıyan 20/9/2010 tarihli tutanağa neden itibar edilmediği belirtilerek
derece mahkemelerince değerlendirildiği, nesnel güvenlik kaygısı ölçütünden
hareket edilmekle başvurucunun öznel durumunun ayrıca değerlendirmeye tabi
tutulmadığı, bu suretle başvurucu tarafından ileri sürülen ve hüküm sonucunu
etkilediği iddia edilen talebinin ilk derece mahkemesi kararında denetlenerek
reddedildiği, ilk derece mahkemesince oluşturulan karar ve gerekçesi hukuka
uygun bulunmak suretiyle kanun yolu mahkemelerinin denetiminden geçerek
kesinleştiği, bu kapsamda yerel mahkeme gerekçesini benimsediği anlaşılan kanun
yolu merciince kararlarda ayrıntılı gerekçeye yer verilmediği anlaşılmaktadır.
83. Başvurucu yargılamanın
hakkaniyete uygun olmadığı iddiası kapsamında ayrıca, 5233 sayılı Kanun
kapsamında yaptığı başvurunun oğlunun terör örgütü mensuplarınca öldürülmesi
noktasındaki öznel durumu nazara alınmaksızın, Mahkemece mukim olduğu köyün
tamamen boşaltılmamış olduğu şeklindeki nesnel ölçütten hareketle
reddedildiğini, bu yorum tarzının açıkça Kanun’un amacına ve getirdiği düzenlemelere
aykırı olduğunu ve verilen ret kararı neticesinde idarenin can ve mal
güvenliğini sağlama yükümlülüğünü yerine getirmemesi sonucu maruz kaldığı
mülkiyet hakkından yoksun kalma durumu karşısında bir giderim sağlanması
imkânın da tanınmadığını belirterek, Anayasa’nın 36. maddesinde tanımlanan
hakkaniyete uygun yargılanma hakkının ve buna bağlı olarak Anayasa’nın 35.
maddesinde tanımlanan mülkiyet hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.
84. Adalet Bakanlığı görüşünde,
başvurucunun özellikle başvuruya konu köyün boşalıp boşalmadığı ve mahkemenin
bu kapsamdaki işlem ve tespitlerine yönelik iddiaları yargılamanın sonucuna
dair şikâyetler olarak nitelendirilmiş, mülkiyet hakkının ihlali açısından ise,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin mülkiyet hakkı konusunda benimsediği ilkelere
değinilmiş, mülkiyetin korunması hakkının mutlak bir hak olmayıp devlete, özel
ve tüzel kişilere ait olan mülkleri yasalarda belirtilen koşullar altında
kullanma ve hatta bu kişileri bunlardan mahrum etme yetkisi de tanınabileceği,
bu kapsamda Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde 1985 yılından itibaren güvenlik
sorunları nedeniyle bazı köy ve kasabaların boşaltıldığı ve AİHM’nin ilgili
şahısların köylerine girişlerinin reddedilmesinin başvuranların mülkiyet
haklarına bir müdahale teşkil ettiği sonucuna vardığı, belirtilen kararlardan
sonra bu kişilerin zararlarının karşılanması amacıyla 5233 sayılı Kanun’un
kabul edildiği, AİHM tarafından özellikle silahlı çatışmalar, genel şiddet,
insan hakları ihlalleri göz önüne alındığında, yetkili makamların olağanüstü
hal bölgesinde güvenliği sağlamak için istisnai tedbirler almalarını mecbur
tutan bu müdahalenin dayanaktan yoksun olmadığına ve bu müdahale nedeniyle
meydana gelen zararları gidermek için oluşturulan iç hukuk yolunun ulaşılabilir
ve etkin olduğuna, ayrıca temel olayların tespit edilmesi veya maddi tazminat
hesaplaması gibi konulardaki değerlendirmelerin iç hukuk yolu olarak ilgili
Komisyonlar tarafından yapılacağı sonucuna varıldığına işaret edilmiş ve
belirtilen tespitler çerçevesinde somut başvuru açısından, başvurucunun köyünü
terör eylemleri veya terörle mücadele faaliyetleri kapsamında terk etmediği
olgusunun Komisyon kararıyla tespit edilerek, bu tespitin yargısal makamlar
tarafından da onaylanmış olduğunun nazara alınması gerektiği bildirilmiştir.
85. Anayasa’nın 148. maddesinin
dördüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun’un 49. maddesinin (6) numaralı
fıkrasında, bireysel başvurulara ilişkin incelemelerde kanun yolunda
gözetilmesi gereken hususların incelemeye tabi tutulamayacağı, 6216 sayılı
Kanun’un 48. maddesinin (2) numaralı fıkrasında ise açıkça dayanaktan yoksun
başvuruların Mahkemece kabul edilemezliğine karar verilebileceği
belirtilmiştir.
86. Bir anayasal hakkın ihlali
iddiasını içermeyen, yalnızca derece mahkemelerinin kararlarının yeniden
incelenmesi talep edilen başvuruların açıkça dayanaktan yoksun ve Anayasa ve
Kanun tarafından Mahkemenin yetkisi kapsamı dışında bırakılan hususlara ilişkin
olduğu açıktır. Bu kapsamda, bireysel başvuruya konu davadaki olayların kanıtlanması,
hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması, yargılama sırasında delillerin
kabul edilebilirliği ve değerlendirilmesi ile kişisel bir uyuşmazlığa derece
mahkemeleri tarafından getirilen çözümün esas yönünden adil olup olmaması,
bireysel başvuru incelemesinde değerlendirmeye tabi tutulamaz. Anayasada yer
alan hak ve özgürlükler ihlal edilmediği sürece ve bariz takdir hatası
içermedikçe derece mahkemelerinin kararlarındaki maddi ve hukuki hatalar
bireysel başvuru incelemesinde ele alınamaz. Bu çerçevede, derece
mahkemelerinin delilleri takdirinde bariz bir takdir hatası bulunmadıkça
Anayasa Mahkemesinin bu takdire müdahalesi söz konusu olamaz (B. No. 2012/1027,
12/2/2013, §§ 25-26).
87. 5233 sayılı Kanun, terör
eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle
zarar gören gerçek kişiler ile özel hukuk tüzel kişilerinin maddi zararlarının
yargı yoluna gidilmesine gerek kalmaksızın, idarece en kısa süre içerisinde ve
tam olarak tespit edilerek, sulh yoluyla karşılanmasını amaçlamakta olup,
belirtilen amaç doğrultusunda ilke ve prosedürler
öngörmektedir.
88. Belirtilen Kanun uyarınca
müracaat sahiplerinin taleplerinin karşılanabilmesi için, öncelikle iddia
edilen zararın terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen
faaliyetler nedeniyle oluştuğunun tespiti gerekmekte olup, Kanun’un 2.
maddesinde açıkça terör dışındaki ekonomik ve sosyal sebeplerle uğranılan
zararlar ile güvenlik kaygıları dışında kendi istekleriyle bulundukları yerleri
terk edenlerin bu sebeple uğradıkları zararların kapsam dışında olduğu
belirtilmiştir.
89. Özellikle tazminata ilişkin
belirtilen usulün ihdasına temel olan ve AİHM’ne sunulan başvuruların yapıldığı
bölge itibarıyla, terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen
faaliyetler dışındaki ekonomik ve sosyal nedenlerle yaşanan göç olayları ve bu
olgudan kaynaklanan zararların varlığını nazara alan yargılama makamları, 5233
sayılı Kanun kapsamında yapılan başvuruların belirtilen Kanun kapsamında kabul
edilebilmesi için, objektif bir ölçüt belirleme yoluna gitmiş ve bu ölçütün
sağlanmasını “köyün ya da mezranın tamamen
boşalmış/boşaltılmış olması veya anılan yerleşim yerlerinde sadece geçici köy
korucularının kalması” şartına bağlamıştır. Belirtilen kabul uyarınca,""terör eylemleri"" veya ""terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler""
sonucunda bir yerleşim yerinin tamamen boşalmış/boşaltılmış olması nedeniyle
mal varlığına/mülküne ulaşamayan kişilerce uğranılan maddi zararın, sözü edilen
Kanun hükümlerine göre idarece sulh yoluyla ödenmesi gerekmektedir. Yerleşim
yerinin ""kısmen"" boşalmış
olması ise, o yerleşim yerinde güvenli bir şekilde yaşayabilme olanağını
sağlayan asgari güvenlik şartlarının idarece sağlanmış olduğunun nesnel bir
göstergesidir.
90. Esasen taleplerin yapıldığı
bölge itibarıyla özellikle ekonomik ve sosyal nedenlerle yaşanan göç olayları
ve bundan kaynaklanan zararların yoğunluğu karşısında, 5233 sayılı Kanun
kapsamında tazmin edilebilecek zararların tespitinde temel alınacak objektif bir
ölçütün ihdas edilmesi zorunlu gözükmektedir. Bu kapsamda,
güvenlik kaygısının yerleşim yerinde sürekli yaşayan kişilere ve sözü edilen
kaygı nedeniyle aynı yerleşim yerini terk eden kişilere göre değişmemesi
gereğinden ve terör olayları nedeniyle toplumda oluşan korku ve endişe
karşısında her bireyin farklı tepki göstermesinin mümkün olduğu gerçeğinden
hareket eden yargısal makamlar, kişiden kişiye değişebilen bir duygu olan
güvenlik kaygısının yukarıda belirtildiği şekilde nesnel bir ölçüte dayandırılmasını
zorunlu görerek, güvenlik kaygısına dayanılarak bir yerleşim yerinin kısmen
boşalmış olması halinde, 5233 sayılı Kanun kapsamında maddi zararların idarece
ödenmesine yasal olanak bulunmadığı ilkesini benimsemiştir.
91. 5233 sayılı Kanun uyarınca
ileri sürülen taleplerin, belirtilen Kanun kapsamında değerlendirilip
değerlendirilmeyeceği hususu ve Kanun’un kapsamının belirlenmesi noktasındaki
mevzuat hükümlerinin yorumu ile bu hususta içtihadî
bir ölçütün belirlenmesi ve somut olayın bu ölçüt uyarınca değerlendirilmesi
noktasındaki takdir, esasen derece mahkemelerine ait olup, 5233 sayılı Kanun’un
uygulanması bağlamında daha önce bireysel başvuru konusu yapılmış olan
taleplere ilişkin olarak Anayasa Mahkemesi tarafından yapılan değerlendirmeler
neticesinde de, belirtilen hususlara ilişkin iddiaların maddi olayın ve hukuk
kurallarının yorumlanması ve uygulanması bağlamında kanun yolu mahkemelerince
değerlendirilmesi gereken hususlara ilişkin olduğu belirtilerek, açıkça
dayanaktan yoksun bulunduğu anlaşılmaktadır (B. No: 2013/3007, 6/2/2014, §§ 45-50; Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Akbayır/Türkiye, B. No: 30415/08, 28/06/2011, §
88).
92. Bununla birlikte, başvurucunun oğlunun terör örgütü
mensuplarınca kaçırılarak söz konusu yerleşim yeri yakınında öldürülmesinden
mütevellit güvenlik kaygısıyla köyünü terk ettiğini ve bu çerçevede oluşan
zararının 5233 sayılı Kanun kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini ileri
sürdüğü ve belirtilen vakıaya ilişkin tutanaklar ile soruşturma evrakını derece
mahkemelerine ibraz ederek, yerleşim yerini terör olaylarından kaynaklanan
güvenlik kaygısı nedeni ile terk ettiği noktasındaki öznel durumunun nazara
alınmasını talep ettiği anlaşılmaktadır.
93. Söz konusu Kanun hükümlerinin yorumu, maddi vakıaların belirlenen
ölçütler çerçevesinde değerlendirilmesi ve 5233 sayılı Kanun kapsamında kabul
edilebilecek bir başvuru açısından yapılan mal varlığı ve zarar tespitine
ilişkin tahkikatlar sonucunda bir giderim sağlamanın gerekliliği noktasındaki
takdir esasen derece Mahkemelerine ait olmakla beraber, derece mahkemesi
kararlarının bariz bir takdir hatası içermesi durumunda, Anayasal bir temel hak
veya özgürlüğün ihlal edilip edilmediğinin tespiti noktasında, farklı bir
değerlendirme yapılması gerekebilecektir.
94. Bu çerçevede, yargılama
dosyasında yer alan tespit tutanaklarından başvurucunun söz konusu yerleşim
yerinden oğlunun terör örgütü mensuplarınca kaçırılarak öldürülmesinden sonra
ayrıldığı anlaşılmaktadır. Buna rağmen başvurucunun talebinin 5233 sayılı Kanun
kapsamında değerlendirilebilmesi için yerleşim yerini terör eylemleri veya
terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle terk edip
etmediğinin belirlenmesi amacıyla köyün tamamen boşaltılıp boşaltılmadığı
yönünde bir inceleme yapılarak sonuca ulaşılmasının, söz konusu Kanun’un
amacına uygun olmadığı anlaşılmaktadır. Oğlu terör örgütü mensuplarınca
öldürülen başvurucunun yerleşim yerini terör olaylarından kaynaklanan güvenlik
kaygısıyla terk ettiği dosya kapsamındaki belgelerden açıkça anlaşılmasına
rağmen aksi yönde karar verilmiş olması nedeniyle yargılamaya bir bütün olarak
bakıldığında, başvurucunun Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan
hakkaniyete uygun (adil) yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi
gerekir.
95. Başvurucunun Anayasa’nın 36.
maddesinde güvence altına alınan hakkaniyete uygun yargılanma hakkının ihlal
edildiği sonucuna varılmış olmakla, mülkiyet hakkının ihlal edildiği yönündeki
iddianın esasının ayrıca değerlendirilmesine gerek görülmemiştir.
4. 6216 Sayılı Kanunun 50. Maddesi Yönünden
96. Başvurucu, Komisyon karar
tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte 38.145,00 TL maddi
tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.
97. Adalet Bakanlığı görüşünde,
başvurucunun tazminat talebine ilişkin görüş bildirilmemiştir.
98. 6216 sayılı Kanun’un “Kararlar” kenar başlıklı 50. maddesinin
(2) numaralı fıkrası şöyledir:
“Tespit edilen ihlal
bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak
için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden
yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine
tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu
gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa
Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan
kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”
99. Mevcut başvuruda Anayasa’nın
36. maddesinde güvence altına alınan hakkaniyete uygun yargılanma hakkının
ihlal edildiği tespit edilmiş olmakla, ihlalin ve sonuçlarının ortadan
kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere dosyanın ilgili Mahkemesine
gönderilmesine karar verilmesi gerekir.
100. Başvurucu tarafından maddi
tazminat talebinde bulunulmuş olmakla beraber, yeniden yargılama yapılmak üzere
dosyanın ilgili Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesinin başvurucunun
ihlal iddiası açısından yeterli bir tazmin oluşturduğu anlaşıldığından,
başvurucunun maddi tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerekir.
101. Başvurucu tarafından yapılan
ve dosyadaki belgeler uyarınca tespit edilen 1.500,00 TL vekâlet ücretinden
oluşan yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan
gerekçelerle;
A. Başvurucunun adli yardım talebinin KABULÜNE,
B. Başvurucunun,
1.
Hakkaniyete uygun yargılanma hakkı ve makul sürede yargılanma hakkının ihlal
edildiği yönündeki iddialarının KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
2.
Tarafsız mahkemede yargılanma hakkının ihlal edildiği yönündeki iddiasının “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle
KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
3.
Eşitlik ilkesinin ihlal edildiği yönündeki iddiasının “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle
KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
C. Başvurucunun,
1.
Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma
hakkının İHLAL EDİLMEDİĞİNE,
2.
Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hakkaniyete uygun yargılanma
hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
D. İhlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden
yargılama yapılmak üzere dosyanın ilgili Mahkemesine gönderilmesine,
E. Başvurucunun tazminata ilişkin taleplerinin REDDİNE,
F. Başvurucu tarafından yapılan 1.500,00 TL vekâlet ücretinden
oluşan yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE, adli yardım talebi kabul edilen başvurucunun harçtan
muafiyetine,
G. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye
Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına; ödemede
gecikme olması halinde, bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar
geçen süre için yasal faiz uygulanmasına,
16/7/2014 tarihinde OY BİRLİĞİYLE karar verildi.
Sayın kullanıcılarımız, siteden kaldırılmasını istediğiniz karar için veya isim düzeltmeleri için bilgi@abakusyazilim.com.tr adresine mail göndererek bildirimde bulunabilirsiniz.